12 EYLÜL -32 YIL GEÇSE DE!- BUGÜNDÜR; AKP’DIR[1]


“Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filan da gider bu gidişle.”[2]
12 Eylül -son kertede- bugünün, hemen şimdinin, AKP’li neo-liberal Türkiye’nin suretidir.
Tespitim kimilerine, “Evren’i yargılıyorlar” yalanının parçası olan neo-liberallere, “Yetmez ama evet”çilere şaşırtıcı gelebilir. Ancak izin versinler de, açıklayıp, somutu ile aktarayım.
Öncelikle bir şeyin altını çizmeliyim: 12 Eylül hep karşıdevrimci şiddet, baskı, terör, işkence, zulüm ve imha olarak algılanıp/ sunuldu. Bu elbette yanlış değildi. Ancak, seçmeli bir doğruydu. Söz konusu tercihe göre, “Darbeyi ordu yaptığı için 12 Eylül denildiğinde öne çıkartılan olgu daima ordu ve generaller oldu.”
Bu da doğruydu; ama böylelikle kimi aslî failler gölgede kalıyordu. Aslı sorulursa, aslî failler tekelci Türkiye burjuvazisi ve emperyalizmdi. Çünkü 12 Eylül müesses kapitalist nizamın bekası için hayata geçirilen ya da geçirilmesi hedeflenen 24 Ocak kararları idi. Yani 12 Eylül marifetiyle müesses nizamın sınırlarını zorlayan devrimci bir kalkışmaya karşı, neo-liberal bir düzenlemenin hayata geçirilmesi idi.
Bu düzenleme, emperyalizme göbeğinden bağlanmış bir Türkiye istiyordu; günümüzde AKP’nin yaptığı, budur.
Bu düzenleme, neo-liberal politikaların, uluslar arası sermayeyle bütünleşmiş bir Türkiye istiyordu; günümüzde AKP’nin yaptığı, budur.
Bu düzenleme, Türk-İslâm sentezinin muhafazakâr Türkiye’sini istiyordu; günümüzde AKP’nin yaptığı, budur.
Bu düzenleme, Kürt sorununu egemenler lehine “Türkleştirerek” düzenlemek istiyordu; günümüzde AKP’nin denediği, budur.
Bu düzenleme, yasaları, hakları ayaklar altına almayı hedefliyordu; günümüzde AKP’nin denediği, budur.
Bu düzenleme, Evren’in Bursa konuşmasındaki gibi “dinine bağlı” bir Türkiye istiyordu; günümüzde AKP’nin yaptığı, budur.
AKP bu ve benzerlerini yaparak 12 Eylül’ün tarihî hedeflerini hayata geçirmek yolunda dev adımlar atıyor. Kimi neo-liberaller bu adımları (“Yetmez ama evet!” nidaları arasında) “demokratikleşme” diye ambalajlamaya kalkıştı. Ancak kısa süre sonra, onlar da bu çığırtkanlıktan vazgeçmek zorunda kaldılar.
“İyi de, AKP 12 Eylül’ü ve Evren’i yargılıyor” mu dediniz?! 12 Eylül asla Evren ve şürekâsından ibaret değildir. 12 Eylül, Evren’e akıl veren TÜSİAD’dır, 12 Eylül, “Bizim çocuklar başardı,” diyen emperyalizmdir.
AKP’nin 12 Eylül’ü yargılayarak demokratikleşme yolunda adımlar attığını düşünenler, hâl-i hazırdaki içişleri bakanı İdris Naim Şahin ile 12 Eylül’ün bakanları arasındaki farkı açıklamak zorundadır.
Bunları kavramadan bir adım atılamaz!
BUGÜNDEKİ “DÜN”: 12 EYLÜL
Füsun Demirel’in, “Sindirilen bir toplum yaratıldı. ‘Ya bizdensin ya da başın belada’ mesajları verildi. Askeri darbenin adı vardı ama bunun adını kimse koyamadı,” dediği açmaz tam da buradadır!
Bugündeki “dün”ü, yani 12 Eylül’ü anlamak AKP’yi, sadece AKP ile de sınırlanmayıp sürdürülemez kapitalizmin icraat ve tercihlerini anlamaktır.
1980’den bu yana 32 yıl geçmesine rağmen AKP ile “değişen” sadece sürdürülemez kapitalist oyunun “değişen” figüranlarıdır. Dolayısı ile değil darbecilerle hesaplaşmak yapılan şey sadece ağızlara sakız edilen “askeri vesayetin sivil vesayete” dönüştürülmesidir.
AKP’nin aslında -kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda- 12 Eylül sürecinin devamını sağlayan, süreklilik içinde “kopuş” figürüdür.
Örneğin AKP’nin günümüzdeki piyasacı reformları ancak 24 Ocak tekelciliği üzerinden anlaşılabilir.
Darbenin mimarı paşalar CIA ve ABD ile eşgüdümlü çalışıyorlardı. İşte o gün “Bizim çocuklar başardı” diyenlerle işbirliği yapanlardan bayrağı bugün AKP ve cemaatçiler almıştır.
Darbe döneminde solun üzerinden silindir gibi geçen, sınıfı ezen, örgütleri, sendikaları alaşağı eden kapitalist sistem, bugününde özelleştirme politikaları, işçi haklarının tırpanlanması, emekçiye “grev hakkından yoksun” sendikalaşma önermesiyle 12 Eylül’ün sürdürücüsüdür.
12 Eylül zamanında “Bugüne kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyenler vardı; bugün de, göçük altında kalan işçiler için “güzel öldüler” diyen bakanlar; tersanede hayatını kaybeden emekçiler için “önlemlerini alsalardı ölmezlerdi” diyen valiler; kendini eleştiren çiftçiye “ananı da al git” diyen bir başbakan var!
Darbe sonrası kendilerini yasalar ile korumaya alan paşaların yaptıklarını bugün AKP yapmaktadır. Yargıyı istedikleri gibi şekillendirdi, bu sayede “çelik bir zırh” elde etti. Bataklığa batmış kamu görevlilerini koruma ve kollama içgüdüsü devam ederken; MİT yasası bunun en güzel örneklerindendir.
Darbe gibi bir “insanlık suçu” işleyen paşaları yargılamak, Sivas’ta insanları diri diri yakarak bir başka insanlık suçu işlemiş canilere “avukatlık” yapanların harcı değildir; kitapların okunmaktan ziyade yakıldığı 12 Eylül dönemini aratmayacak şekilde, bugün de basılmamış kitaplar suç unsuru sayılıyor. KCK iddianamesinde adı 232 kere geçen “Marx” ve eserleri yine suç unsuru taşıyan deliller arasında yer alıyor.
Darbe sonrası biçimlendirilmeye çalışılan “milliyetçi-muhafazakâr” insan tipinin yerini “dindar nesil” almış durumdadır.
12 Eylül eseri birçok kurum bugün şekil değiştirerek hâlâ varlığını sürdürmekte. Sıkıyönetim mahkemelerinin görevini özel yetkili savcılar devraldı. Bir başka darbe ürünü olan YÖK ve yüzde 10’luk seçim barajı AKP tarafından hâlen kullanılmaktadır.
Belki artık Diyarbakır Cezaevi yok ama “Uludere” ve “KCK” vardır!
Yani 12 Eylül AKP ile devam etmektedir![3]
Bu konuda ‘Mino’nun Siyah Gülü’nde[4] 12 Eylül dönemini anlatan Hüsnü Arkan şunların altını çizer:
“Biz, Cumhuriyet kurulalı beri 12 Eylül’ü yaşıyoruz…
Bunu söylemekten korkanlar 38’den beri diyorlar. Bunun anlamını bilmeyebiliriz ama en yakınımızdaki herhangi bir yaşlı Kürt’e sorarsak öğreniriz. Yaşlı Kürt bize ne der? ‘Ben 1938’i gördüm’ der, ‘33 kurşunu gördüm’ der… Sorumlusu Celal Bayar’dır, İnönü’dür. Biri liberal, diğeri devletçidir. Biri asker, biri bankacıdır; bir aynanın iki yüzüdür. Ve bugün hâlâ süren savaşın sorumluları liberaller ve devletçilerdir…
12 Eylül, beş generalin becereceği bir iş değildi. O beş general hayatlarında ciddi bir çatışma bile görmemişler. İki eşeği suya götürebileceklerinden şüpheliyim. Arkama banka sermayesini, ABD hükümetini ve Türkiye burjuvazisini alsam, ben de bir yeni 12 Eylül yaparım. Kolaydır. Bunun için apolet gerekmez; heves ve çalışan halka ihanet eğilimi yeter.
Şimdi Türkiye’nin herhangi bir şehrinin sokaklarına çıkın, adliyelerine gidin, okullarına uğrayın. Çoğu zaman, çocukların eğitimi, ay sonunu zor getiren öğretmenlerin umurunda değildir. Yargıçlar Yargıtay’dan dönmekten tırsar, polisler rüşvetçi ve soyguncudur. Hepsi böyle midir? Değildir. Ama hiçbirinin böyle olmaması gerekir. 12 Eylül işte budur. Bir halkı çayıra salmaktır. Polis devletidir.
12 Eylül her açıdan tabii ki sürüyor. Kaç gazeteci içeride yatıyor, başka örneğe gerek var mı?..
12 Eylül bir dönemin adı değildir, bir sistemin adıdır…
Sözüm ona, şimdi Evren’i yargılayacağız. Ben Kenan Evren’in yargılanmasına karşıyım. Onun yaptığını İsmet İnönü de yaptı, Celal Bayar da yaptı. Menderes, Demirel, Ecevit, Tansu Çiller de yaptı… Buyurun hepsini yargılayalım; adam günah keçisi mi?
Ama önce Türk burjuvazisini yargılayalım. Kıdem tazminatlarının yüksekliğini Kenan Evren’e şikâyet eden Vehbi Koç’u yargılayalım.
Ulusu hükümetine açık destek veren sanayici derneklerinin yöneticilerini, banka sermayesini yargılayalım…
12 Eylül’ün ana hatlarıyla sürüyor…”
Evet, evet 12 Eylül bir dönemin adı değildir, bir sistemin adıdır; dünden bugüne…
Bunun için 12 Eylül’cüydü Fethullah Gülen de, TİSK de…
Bu bağlamda kimsenin şüphesi olmasın: 12 Eylül ve uygulamaları hâlâ devam ediyor.
Abartıyor muyum? Okuyun…
12 Eylül’ün kaba bilançosu şuydu: 650.000 kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi, 50’si asıldı.
71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden, 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı. 300 kişi kuşkulu şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi…
Peki ya bugün? İHD’nin 2002-2011 yıllarına ait raporlarından derlediğimiz rakamlarla başlayalım:
350 faili meçhul cinayet yaşandı. Yargısız infaz-işkence sonucu-köy korucuları tarafından-kuşkulu ve gözaltında ölümlerin sayısıysa 825. Çatışmalarda 2794 insan öldü. 13.210 kişi işkence ve kötü muamele gördü. 107.298 kişi gözaltına alındı… 249 siyasi parti ve dernek kapatıldı, kapatılmak istendi. 905 kitle örgütü, siyasi kuruluş, yayın organı ve kültür merkezi baskın ve saldırıya uğradı. 733’ten fazla yayın toplatıldı ya da yasaklandı…
12 Eylül döneminde hapishanelerde 80 bin insan vardı. Bugün 120 bin kişi var. AKP’nin yönetime geldiği 2002’den beri bu oran öyle arttı ki, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in deyişiyle yüzde 110 doluluk yaşanıyor şu an. Yılda 3 milyonu hukuk ve 3 milyonu ceza olmak üzere altı milyon dava dosyası işlem görüyor. Şu anda cezaevinde tutuklu olarak ceza davası devam eden kişi sayısı 36 bin 417. Hem de aylardır, yıllardır cezaevindeler.
Tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi “zararlı” gördüğünü dört duvar arasına tıkıyor sistem. Gerekçeyse, hep aynı; “terör”. Üstelik Terörle Mücadele Kanunu, 12 Eylül’ü aratmayacak kadar faşizan. Örnek mi?
Tayyip Erdoğan’ın katıldığı ‘Roman Çalıştayı’nda “parasız eğitim” pankartı açan üniversite öğrencileri hakkında 15 yıla kadar hapis istendi. Savcı, eylemin, anayasal hak olan düşünceyi açıklama özgürlüğü sınırları içinde olduğunu belirtse de mahkeme “kuvvetli suç şüphesi” gerekçesiyle iki tahliye talebini reddetti… Şanslıydılar; 15 ay sonra çıkabildiler…
2010’da Kağıthane’de bir markete düzenlenen molotoflu saldırı sonrası, “puşi” taktığı için şüpheli görülerek gözaltına alınan Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül, 45 yılla yargılandı, 25 ay tutukluluk sonrası suçsuzluğu anlaşılabildi!
Batman Üniversitesi öğrencisi Z.K.’ye, 2008’de anadilde eğitim için yapılan oturma eyleminin ardından çalınan Oramar şarkısına alkışla eşlik ettiği ve halay çekerek “örgüt propagandası” yaptığı iddiasıyla 10 ay hapis cezası verildi.
Beşiktaş 12. Ağır Ceza Mahkemesi, 2006’daki 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne katılan beş kişiye, katıldıkları çeşitli miting ve basın açıklamalarında halay çekerken çekilen fotoğrafları delil göstererek “yasadışı örgüt üyeliği” suçlamasıyla toplam 73 yıl 4 ay hapis cezası verdi.
41 yaşındaki Arif Pelit’in evinde bulunan 19 çakmak, birkaç maytap, “Bağımsızlık, Demokrasi ve Sosyalizm Mücadelesinde Gençlik” ve “Devrimci Yol Yazıları” “suç delil”i kabul edilerek DHKP-C üyeliğinden 7.5 yıl hapis istemiyle dava açıldı.
Mersin’de PKK’ya destek yürüyüşüne katıldığı gerekçesiyle gözaltına alınan ve hakkında 9 yıl 9 ay hapis cezası istenen Murat Baran’ın iddianamesinde yer alan tek delil, limondu!
20 Nisan 2009’da KCK kapsamında tutuklanıp 2.5 yıldır Mardin E Tipi Cezaevi’nde olan Cengiz Doğan’a 18 Nisan 2011’de pankart asmak ve örgüt propagandası yapmak suçlaması getirildi!
Hopa’da 31 Mayıs 2011’deki AKP mitingini protesto edenlere yönelik polis şiddeti sonucu Metin Lokumcu’nun ölmesinin ardından yaşanan gözaltı ve tutuklamalar, 12 Eylül darbesini aratmadı. Öğrenciler için tehlike sadece cezaeviyle de sınırlı değil, 2010-2011 arasında 7 bin 43 öğrenci hakkında soruşturma açıldı, bunlardan 4 bin 600’ü okuldan uzaklaştırıldı, 55’i ise atıldı.
Sadece öğrenciler mi? 12 Eylül’de, 1402 sayılı yasayla “kamu düzeni açısından sakıncalı” bulunan akademisyenler üniversiteden atılıyordu, şimdiyse cezaevine konuyor… Büşra Ersanlı, Ayşe Berktay, Deniz Zarakolu gibi… Tehlikeliler!..
12 Eylül’de bile dava dosyalarına girmeyen MİT raporu, bugün Devrimci Karargâh dosyasında; yaklaşık 100 avukat, kanıt bile gösterilmeden örgüt üyesi veya “irtibatlı” şeklinde gösteriliyor. Amerikan haber ajansı AP’nin 66 ülkede yaptığı araştırmaya göre, en çok “terörist”in Türkiye’de çıkması boşa değil. 11 Eylül 2001’den bu yana tüm ülkelerde 119 bin 44 kişi tutuklanmış, 35 bin 117 kişi de “terörist” hükmü giymiş ve bunların 12 bin 897’si Türkiye’de! 12 Eylül’de olduğu gibi bugün de hep “düşman” yaratarak kendini var eden bir sistem var çünkü.
Kıssadan hisse mi? Hâlâ, 12 Eylülcülerin koyduğu yüzde 10 barajıyla oluşmuş bir meclise sahipken, eğitimden ekonomiye her alanda Kanun Hükmünde Kararnamelerle demokrasiyi hiçe sayarak kararlar alan ama yine de 12 Eylül’ü yargılattığını söyleyerek hava atan AKP iktidarından, kendi yarattığı 12 Eylül’ü için de hesap sorulacağı bilinmiyor mu?[5]
Nihayetinde “efendi(ler)” değişse de, kıyım ve zulüm ile sahipleri aynı!
AKP “DEDİKLERİ”, AKP’NİN YAPTIKLARI
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’nın İngilizce olarak yayınladığı ‘Another Empire? – A Decade of Turkey’s Foreign Policy under The Justice and Development Party/ Bir Başka İmparatorluk? Son On Yılda Adalet ve Kalkınma Partisi Yönetiminde Türkiye Dış Politikası’ başlıklı yapıtta[6] Türkiye’nin AKP yönetimindeki son on yıllık iç politikası, dış politikanın bir arka planı olarak gözden geçirilirken öne çıkan AKP’nin pazara ve ABD’ye endeksli pragmatizmidir.
AKP’siz düşünülmesi mümkün olmayan liberal yaygaraların “normalleşiyoruz”, “demokratikleşiyoruz” söylencelerinin “bunaklara masallar” olmaktan başka bir anlamı yoktur.
Burada durup, AKP’nin hedeflediği “normalleşmenin”, “normal”in normlarına ve be olduğuna kafa yormak gerek.
Hızla sıralayalım:
i) AKP döneminde, devleti oluşturan, ordu, polis, MİT, yargı, yürütme, diyanet gibi alt kümelerin arasındaki ilişkileri (dolayısıyla devletin biçimini) “tanımlayan” görelilikler denkleminde ihmal edilemez değişikliler yaşanıyor. Devletle, ideolojik aygıtları arasındaki göreli bağımsızlık azalıyor, böylece devletin “sivil topluma” nüfuz etme derecesi artıyor.
ii) Devletin girdileri açısından da önemli bir değişim söz konusu: Yeni kadroların ideolojik, kültürel hatta örgütsel/ sınıfsal özellikleri, mali kaynakların geliş coğrafyalarındaki değişiklikler, güvenlik ve bilgi işlem teknolojilerinde, devleti oluşturan kristalleşmiş iktidar düğümlerini birleştiren, ağı yaşatan teknolojideki değişim, derinleşme ve yayılmada, yine bu yolla devletin sivil topluma nüfuz etme derecesindeki artış bu değişimin en önemli unsurlarını oluşturuyor.
iii) Devletin, devletlerarası hegemonya, “sistemiyle” ilişkisinde, buradan aldığı, teknolojik, finansal, siyasi girdilerde de “Büyük Ortadoğu Projesi”, devletin yüzünü “Doğuya dönmesi”, küresel hegemonya yaslanarak güç yansıtma stratejisi bağlamında önemli değişiklikler yaşanıyor.
iv) Tüm bu değişikliklere paralel ve onlarla, çift yönlü nedensellik ilişkileri içinde, devlete erişmeye, nüfuz etmeye (son dönemde de birbiriyle rekabet etmeye) başlayan, devleti değişime zorlayan iki yeni güç odağı söz konusu. Birincisi genel olarak, bütün fraksiyonlarıyla birlikte bir siyasal İslâm ve uluslararası Müslüman Kardeşler eksenidir. İkincisi de “cemaat” olarak adlandırılan yaygın, disiplinli, emir komuta zincirine, “komiteler” ağına, ideolojik ve pratik önderliklere ve özgün uluslararası bağlara sahip olduğu ileri sürülen bir örgütün (yapıntının) varlığıdır.[7]
AKP müdahalesi, mevcut yapıyı başkalaştırdı.
Örneğin AKP’nin iktidara geldiği Kasım 2002’den bu yana TBMM’de çalışma hayatından eğitim sistemine kadar pek çok konuda 2 bin yasa çıktı.
II. Kemal (veya tek parti) evresi olarak anılması mümkün olan söz konusu kesitte “Dindar Kemalizm istemiyoruz,” diyen Mehmet Altan, AKP’nin rövanşist hamlelerini eleştirerek, “Ülkeyi kimse keyfine göre şekillendirmesin. Kaç çocuk yapılacak, akıl vermesin,” sözleriyle uyarırken; Hasan Cemal de ekliyor: “Mustafa Kemal’le bugünkü AKP yöneticilerinin talepleri birbirinden farklı ama, ‘model’ seçme yöntemleri aynı, ‘model’ kendileri…”
Karşımızda artık “Devleti şamar oğlanına çevirtmeyiz,” diyen; Uludere’de katledilen köylülerin mayına basıp ölmemesini PKK ile ilişkilerine bağlayarak onları suçlayan; “Uludere’de devlet de hükümet de yapılması gerekeni misliyle yapmıştır” diyen; konunun gündemde tutulmasını istismar olarak değerlendiren ve BDP’yi de “kalleşlik yapmakla” suçlayan devletçi bir Erdoğan vardır.
Bu duruşuyla “AKP’nin lideri, Türk sağının baskın düşün ve söylem kalıplarının sürekliliğinin ve Kemalist otoriter gelenek ve ideolojiyle arasındaki göbek bağını koparamıyor oluşunun somut örneği olarak karşımızda duruyor”ken;[8] “Uludere katliamı sonrasında yaşananlar AKP’nin, kendi emri altında olması durumunda, askerlerin ‘eski çalışma yöntemleriyle’ büyük bir sorunları olmadığını da göstermiş oldu.”[9]
Devletçi AKP’de, “Mussolini’yle ruh ikizi açıklamalarda bulunan,”[10] İdris Naim Şahin’in İçişleri Bakanı olması da bir tesadüf değil; zorunluluktur!
Kadir Cangızbay’ın ironik deyişiyle, “İdris Şahin’e haksızlık yapılmaktadır; hatta hakkı yenmektedir saygıdeğer Bakanın; zira o, AKP iktidarının tomografik suretidir; yani süssüz cilasız; dekorsuz makyajsız, botokssuz estetiksiz en otantik (kendil) tezahürü; Freudgil terimlerle söylersek, süper ego bir yana, ego’sunu bile sıyırıp atmış ‘id’idir; ki ‘id’, bir insan bireyinin salt ‘sevk-i tabiî’lerinden ibaret, dolayısıyla paradigmasında ‘dün’e ve ‘yarın’a yer olmayıp ezelî-ebedî bir ‘şimdiki zaman’ içinde devinen en indirgenmez, yani başka türlü olması tasavvur dahi edilemez yanıdır.”
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in, “AKP’nin alternatifi yine AKP. O hâlde AKP’nin iyi korunması lazım ki zafiyet geçirmesin. AKP, mevsim kış ama nezle bile olmasın. AKP, öksürürse Türkiye zatürre olur, tablo bu,” diye betimlediği ‘Komünizm ile Mücadele Dernekleri’nin mirasçısı AKP başka türlü olamazdı; olmadı da!
Bu çerçevede “AKP de dört dörtlük bir milliyetçi muhafazakâr sağcı partidir.
Başbakan Erdoğan şöyle düşünmektedir:
Laikçi, vesayetçi, orducu statükoyu tasfiye ettik.
Milletin öz evlatları iş başına geldi.
Milletin değerleri ülkeye egemen oldu.
Ve demokrasi tesis edildi.
Erdoğan’ın ‘demokrasi’den anladığı budur.
Dönüp dolaşıp geldiğimiz yer ‘Milliyetçi Cephe’ olmuştur,” diyen Ahmet Hakan haklıdır…
Gerçekten de Halkın Sesi Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’un, “28 Şubat olmasaydı AKP de kurulamazdı,”[11] notunu düştüğü AKP, bugün ürünü olduğu 28 Şubat’ın (ve 12 Eylül’ün) yaptıklarına rahmet okutmaktadır!
Ulaşılan koordinatlara görüntü net olarak şöyledir:
28 Şubat’ta asker siyasete müdahale ediyordu. Şimdi polis ediyor. Silah siyasetten çekilmedi; sadece el değiştirdi.
28 Şubat’ta medya, askerden korkuyordu. Şimdi hükümetten korkuyor.
Medya bağımsızlaşmadı, efendi değiştirdi.
28 Şubat’ta Genelkurmay, dinci işletmeleri batırmaya çalışırdı. Bugün de muhalifler iktisadi baskı altına alındı.
Ekonomi özerkleşmedi; sermaye el değiştirdi.
28 Şubat’ta insanlar “irticacı” yaftasıyla ordudan, medyadan, politikadan kovulurdu, şimdi “Ergenekoncu” yaftasıyla kovuluyor, yargılanıyor, hapsediliyorlar.
Yaftalama âdeti değişmedi; yafta değişti.
28 Şubat’ta dindarlara seks tuzakları kurulur, özel hayatları afişe edilirdi; bugün dindarlar kuruyor seks tuzaklarını…
Tuzak aynı tuzak; avcıyla av, yer değiştirdi.
28 Şubat’ta asker, irtica ile mücadele için eğitim süreleriyle oynamıştı. AKP de kendi hedefi için eğitim süreleriyle oynuyor.
İdeolojik eğitim bitmedi; eğitimde ideoloji değişti.
28 Şubat, toplumu dizayn etmek, tek tip gençlik yaratmak istiyordu. AKP de aynısını istiyor.
Gençliğin kaderi değişmedi; tipi değişti.
28 Şubat yerel yönetimleri baskı almıştı; tıpkı bugünkü iktidar gibi… 15 senede belediyelere baskı değişmedi, sadece baskı gören belediyeler değişti.
28 Şubat’ta hukuk tamamen siyasallaşmıştı. Bugün hukuk yine emirle hareket ediyor; sadece emri verenler değişti.
28 Şubat, “skandal kaset”ler, fişlemeler, andıçlar, usulsüz dinlemelerle tam bir cadı avıydı. Bugün aynısı devrede…
Cadı değişti; av geleneği değişmedi.
Yani AKP, 28 Şubat sürecinde karşı çıktığı ne varsa, beterini hükümette kendisi yaptı.
Meselenin ilke değil, iktidar olduğu anlaşıldı.
Hasan Cemal’in dahi, “Evet, hiç mi sızlamıyor vicdanınız? İktidar demek böyle bir şey. Vurdumduymazlık… Kibir… Ben bilirimcilik… Soslu ego… Küstahlık… Şımarıklık… Duyarsızlık… Uzun iktidar yıllarında, anlaşılan, hepsi birlikte geliyor,” diye betimlediği, Başbakan Erdoğan’ın “usta”, AKP’nin de “ustalık dönemi” diye nitelendirilen 12 Haziran 2011 seçimleri sonrasında Türkiye’nin demokratik ve laik kimliği hızla erozyona uğradı. İktidar, “dindar nesil” yetiştirme hedefiyle eğitimin aksını bozdu, ülkede alkol ve kürtaj yasağı en önemli gündem maddeleri hâline geldi. Kritik konularda Diyanet’ten görüş alınırken muhalif sesler göz göre göre susturuldu.
Bunların yanında AKP’nin neo-liberal soslu muhafazakârlığı toplumda sürekli yeni düşmanlıklar yaratıyorken; öteki Aleviler, “kindar” muhafazakârlığın fiili saldırılarının hedefi hâline geldi. AKP iktidarı Alevileri kamudan uzaklaştırdı.
“İÇERİDEKİ DURUM”
Tam da bu tabloda “içerideki durum”a ilişkin olarak, “Muhafazakâr siyasi sistem, karşıtlarını da güçlendiriyor,” vurgusuyla ekliyor İsmail Beşikçi:
“Muhafazakârlık bir şeyi korumak anlamına gelmektedir. Bir siyasal sistemi bir toplumsal yapıyı, toplumsal kurumları korumak! Sosyal ve siyasal değişmeye engel olmak. Siyasal sistemi, toplumsal ilişkileri aynen korumak denildiği zaman resmi ideoloji temel bir kurum olarak akla gelmektedir. Türkiye’de resmi ideolojinin değişmesi hiç istenmemektedir. Aynen korunması için çok yoğun, kapsamlı önlemler alınmaktadır. Resmi ideoloji herhangi bir ideoloji değildir. Devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideolojidir. Milliyetçi, İslâmcı, liberal, solcu, Batıcı akımlar da resmi ideolojiyi şu ya da bu şekilde korumak, benimsemek durumundadır.”
Resmî ideolojik dayatmanın tahripkâr sonuçlarının Roboski’deki üzere her adım başında ortaya saçıldığı politik şiddetin, toplumsal travmaların Türk(iye) toplumuna ilişkin olarak psikolog Murat Paker uyarıyor: “Çözümsüzlük artıyor, bunun sonu iç savaş olabilir…”
Burada bir parantez açıp kimi somut verileri aktaralım:
i) ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yıllık raporuna göre dünyada terör saldırıları 2011’de yüzde 12 azalarak 5 yılın en düşük seviyesine geriledi. Türkiye’de ise 2010’da 40 saldırı düzenlenirken 2011’de bu sayı 91’e yükseldi”…
ii) Türkiye 11 yılda AİHM kararıyla 4 milyon 573 bin 976 Avro tazminat ödedi…
iii) Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, CHP İstanbul Milletvekili Umut Oran’ın biber gazı ithâliyle ilgili soru önergesini yanıtlarken 12 yılda 628 ton biber gazı ithal edildiğini ve 21.2 milyon dolar ödendiğini bildirdi. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, protestoculara müdahalelerde polis tarafından, laboratuvar testleri sonucunda insan sağlığı üzerinde kalıcı etki bırakmayan göz yaşartıcı mühimmatın kullanıldığını açıkladı…
iv) Türkiye’de sivil toplum örgütleri ve öğrencilerin yaptığı eylemler başta olmak üzere hemen hemen her toplumsal olayda “orantısız güç” kullandığı ve “biber gazıyla müdahale ettiği” gerekçesiyle kamuoyunda tepki toplayan polislere 10 yılda bol keseden ödül dağıtıldı. Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde görev yapan yaklaşık 270 bin polis bulunurken görevinde üstün başarı gösterenlere verilen “maaş artırma” ve “para ödülü” alan polis sayısı 10 yılda 248 bin 69 oldu…
v) Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, “kışlada ölüm” olayları ve nedenlerine ilişkin soru önergesine verdiği yanıta göre, 3 bin 813 asker ve TSK personeli intihar ya da kaza sonucu yaşamını yitirdi. Bu personelden 2 bin 221’i intihar ederek yaşamına son verirken, 1602’si ise “kendini askere elverişsiz hâle getirmeye çalışırken”, silah kazası veya askeri araç kazası vb’leri sonucu hayatını kaybetti. Ayrıca Türkiye’de 6 bin er ve erbaşın yaşanan çatışmalardan dolayı akıl sağlığını yitirdiği ortaya çıktı. ‘Sabah’ Gazetesi’nden burcu Çalık’ın haberine göre, Türkiye’de yaklaşık 6 bin er ve erbaşın askerlik görevlerini yaparken maruz kaldıkları çatışma ve benzeri olaylar nedeniyle akıl sağlığında zafiyet oluştuğu belirtildi…
vi) AKP Türkiye’sinde “7 TİP’li katliamının hükümlüleri Ünal Osmanağaoğlu ile Bünyamin Adalı tahliye oldu. Osmanağaoğlu böylece Kemal Türkler’in öldürülmesi davasından da zamanaşımıyla kurtuldu.
CHP Nevşehir İl Başkanı Zeki Tekiner’i öldürmekten hüküm giyen Mehmet Kehya ile “solcu emniyet müdürü” Cevat Yurdakul’u öldürmekten mahkûm olan Muhsin Kehya da tahliye edildi… İşte asıl Ergenekon budur,” diyen Can Dündar sonuna dek haklıdır…
12 Eylül öncesinde çok sayıda cinayete imza atan ancak 3. yargı paketiyle serbest bırakılan Muhsin Kehya’nın, “Pişman falan değilim. O günün şartlarında öyle gerekiyordu,” dediğini de kaydedelim!
vii) Yoğunlaşıp yaygınlaşarak yükselen ırkçılığa gelince…
BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Taksim’de yapılan Hocalı katliamını anma mitinginin ırkçılık gösterisine dönüştüğünü, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in ırkçılığın manifestosunu yaptığını belirterek, “Aynı bakan Hrant Dink’i katleden örgütü ortaya çıkarmakla sorumlu olan bakandır. Niye ortaya çıkmadığı görünüyor. Buyurun Taksim’e gelin Hrant’ı katleden örgüt oradadır” dedi. AKP’den, “28 Şubat çocuğu” diye sözeden Demirtaş, Uludere olayı için Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne yaptıkları başvurunun mahkeme tarafından kabul edildiğini söyledi…
BDP’nin Muğla’nın Dalyan beldesinde 1 Ağustos 2012 tarihinde esnaflar arasında çıkan ve etnik çatışma izleri taşıyan olaylarla ilgili raporunda, “Beldede gerilimin hâlâ sürdüğüne”, “olayların gelecekteki gelişmelerin işaret fişeği olduğuna” ve “Kürt esnafın beldeden sürülme kaygısı taşıdığına” ilişkin gözlemler yer aldı. BDP’nin Dalyan’daki olaylarla ilgili raporunda Türk-Kürt çatışması uyarısı yapılıyor…
TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, terör örgütü üyeleriyle buluşan BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına yönelik çağrıları değerlendirirken BDP’lilere “suç makinesi” nitelemesinde bulundu…
AKP Erzurum Milletvekili Muhyettin Aksak, öldürülen PKK’lılar için “Etkisiz hâle getirildi” yerine “Gebertildi” denmesi gerektiğini savunup, “Kürt kardeşlerimizi bunlardan ayırıyoruz. Bunlar, baktığınız zaman ya satılmış beyinler ya Ermeni dönmesi çocukları ya da Suriye’den İran’dan ülkemize sızan alçaklardan başka bir şey değil.” dedi…
Muğla’nın Marmaris ilçesinde kuyumculuk yaptığı çarşıda bir esnafın ırkçı saldırılarına maruz kaldığı gerekçesiyle suç duyurusunda bulunan Ermeni asıllı Elizabeth Maria Pıçakçı, savcılığın “kovuşturmaya yer yok” kararının ardından tehditlerin artması üzerine Türkiye’yi ailesiyle birlikte terk etti…
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Kartal Cemevi 23 Ağustos 2012 günü kimliği belirsiz kişiler tarafından ateşe verilerek yakılmak istendi…
viii) Nihayet! İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Türk bayrağının kullanımıyla ilgili olarak valiliklere gönderdiği genelgede, Türk Bayrağı Yasası ve tüzüğüne uyulması ve yırtık, delik, sökük, solgun, yamalı bayrak asılmaması talimatı verilirken, cenaze törenlerinde tabutlara bayrak sarılması uygulamasında, mevzuata uymayanlar hakkında yasal işlem yapılması istendi…
Bu verilere ilişkin olarak “100 adet F-35’i 16 milyar dolara alacak”[12] olan Türkiye’ye için “Yüzünü giderek Ortadoğu’ya çevirirken AB hayalinin çökmesi çok kötü,” notunu düşüyor Gila Benmayor…
Ayrıca da Fransız yazarı Martine Gozlan, ‘Türk Sahtekârlığı/ L’imposture Turque’ başlıklı yapıtında 2002’den beri oluşan Türkiye modelinin, “Erdoğan Türkiye’sinin”, a) demokratik b) laik c) bölgesinde jeopolitik bir model olmadığını, “üç hayale” dayandığını yazıyor.
“İYİ DE NE OLUYOR” MU?
Nilüfer Göle’nin, “Aydınlara yönelik her baskı, küçümseme, entelektüellik küçümsemesi demokrasinin atardamarını kesip atmaya kalkışmaktır. Resmi iktidar söylemlerinin sorgulanmasına karşı olan yasakçı zihniyet ve eleştiriye tahammülsüzlük demokrasiyle bağdaşmaz… Aykırılığa ve farklı seslere yaşam hakkı tanımayan devlet ve toplum düzenleri, kültürel modernizmi de, demokrasiyi de yakalayamaz,” dediği şey ya da İslâmcı muhafazakârlığın dal budak sardığı bir totalitarizmin baskıcılığı, ırkçı milliyetçiliği gündelik hayata sirayet ediyor, sıradanlaşıp, kanıksanıyor…
Kimileri buna “pasif devrim” dese de, kazın ayağı böyle değil…
Chuck Palahniuk’in, “Büyük birader bizi gözetlemiyor aslında, şarkı söyleyip dans ediyor. Şapkadan tavşan çıkarma numaraları yapıyor. Büyük birader uyanık olduğunuz her dakika dikkatinizi çekmekle meşgul. Sürekli aklınızın başka yerde olduğundan emin olmak istiyor. Tamamen zapt olduğunuzdan emin olmak istiyor,” sözlerindeki üzere “Doublespeak”li bir ‘1984’le yüz yüzeyiz…
 “Doublespeak”, Orwell’in “1984” romanında devletin konuştuğu dilin adı. Bu dilde sözcüklerin anlamları siyasi iktidarın amaçlarına göre yeniden belirleniyor. Örneğin “Sevgi Bakanlığı” vatandaşlarına ağır baskılar uygulayan bir iç güvenlik bakanlığının adı. “Barış Bakanlığı” aslında savaşları yönetiyor. “Bolluk Bakanlığı” karneyle mal dağıtımını düzenliyor. “Gerçek Bakanlığı” aslında propaganda bakanlığı… “Arşiv Bakanlığı”nın göreviyse tarihsel belgeleri günün gereksinimlerine göre “düzeltmek”…
Evet, İslâmcı muhafazakârlığın totalitarizmiyle, baskıcı/ ırkçı milliyetçiliğiyle betimlenen bir tür “toplum mühendisliği”yle karşı karşıyayız…
“Toplum mühendisliği dediğimiz şey, halkın ya da toplumun bir şekilde manipüle edilmek suretiyle belirli bir ideolojinin içine -farkındalık yaratmaksızın- çekilmesi ve bu şekilde bütünlüklü bir toplum yapısı oluşturulması, toplumun belirli bir formda yeniden yapılandırılmasıdır. Farklı bir şekilde söylersek, topluma ortak bir insan doğası atfedilmesi işlemidir.
Toplum mühendisliğinin örneklerini özellikle otoriter yapıdaki devletlerde/ülkelerde görürüz. Otoritenin sağlanabilmesi açısından toplumun belirli saikler doğrultusunda bir bilince ve bilinçdışına sahip olması önemlidir. Bu şekilde toplumsal ilişkiler yeniden düzenlenebilir ve kolektif anlamda bir bütünlük ve itaat kültürü yaratılabilir…”[13]
Megaloman AKP de bunu yapıyor, yapmaya çalışıyor…
“Megaloman AKP” dedim; bir parantez açmadan geçmeliyim:
Yunanca kökenli “megalomani” sözcüğü tıp dilinde “büyüklük hezeyanı” karşılığında kullanılıyor. Bu hezeyana tutulmuş insanlara ise halk arasında “megaloman” denir. Büyüklük hezeyanı kendi başına bir hastalık değilse de kişinin kendisine gerçekle uyuşmayan üstün nitelikler yakıştırması biçiminde ortaya çıkar. Büyüklük hezeyanları, yetenekler, nitelikler hakkındaki mantıksız inanmalara dayanır.
Megalomaninin, kendini önemseme duygusunun gerçekliğe dayanıp abartılı bir biçim alan, aşırı bir özgüven duygusuyla karıştırılmaması gerekir. Megalomanide, gerçeklikle ilgisi olmayan hezeyanlar söz konusudur.
Dikkat edin AKP’de bunların tümü söz konusudur…
AKP TOTALİTERLİĞİ
Her otoriterleşmenin, iç gerginliği, kişisel alana müdahaleyi ve yeni siyasi ayrışmaları kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği unutulmadan; Gökçe Aytulu’nun, “Suriye sınırında silah gösterileriyle savaş tamtamları çalarken Büyük Diktatör’ü hatırlamakta fayda var,” uyarısının altını da çizmekte büyük bir yarar var.
Ancak eski İtalya Başbakanı Giuliano Amato’nun, “Türkiye’nin çoğunluk diktasına yöneldiğine” işaret ettiği koordinatlarda Başbakan Erdoğan, BDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması için harekete geçtiklerini açıklayarak, “Yargıya zaten gerekenleri söyledik, yargı da gereğini yapıyor, biz de parlamentoda gereği neyse onu yapacağız,” diyebilmektedir…
Hukuka/ yargıya nizam verilen totalitarizm tablosunda aykırı tavrı ve eleştiriyi “akıl tutulması”, iktidara karşı direnmeyi ihanet olarak algılayan bir siyasal zihniyet, Erdoğan’ın “ustalık dönemi”yle öne çıkarken; bir ülkenin demokratik sicili ifade özgürlüğünün alanının genişliğiyle doğru orantılı olduğunu da göz ardı edilmemesinde büyük yarar vardır.
“Yargıtay Başkanı Ali Alkan’ın, 3 Eylül 2012 günü yeni adli yılın açılış törenindeki konuşmasında ‘Bir devletin demokratikleşmesinin gerçekçi işaretleri ifade özgürlüğü alanında izlenir’ diyerek bu evrensel doğruyu hatırlatmış oldu.
Alkan, bu denklemi tersine çevirerek ‘Bir devletin otoriterleşme eğilimleri de ilk önce ifade özgürlüğünde kendini gösterir’ diye konuştu.”[14]
Burası çok önemli; çünkü İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, “Ülkenin olağanüstü gündemi sadece çatışma alanı ile ilgili değildir, bu çatışma İstanbul’da kalemle devam ediyor, İstanbul’da kitapla devam ediyor. Geçimli’de atılan havan mermisiyle burada, Ankara’da yazılan yazıların bir farkı yoktur,” derken; Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Myanmar’a yaptığı ziyarete değinen Başbakan Erdoğan, ziyareti eleştirenlere “O medya patronuna yazıklar olsun, bu adamları köşe yazarı olarak nasıl tutuyorsunuz?” diye haykırdı!
‘The Economist’in, “Giderek daha da otoriterleşen Erdoğan’ın muhakemesini, herhâlde görev süresi 2014’te dolacak Gül’ün yerine cumhurbaşkanı seçilme hırsı bulanıklaştırdı,” notunu düştüğü güzergâhta Afyonkarahisar’da kamuya açık alanlarda içki satışı ve tüketimi yasaklandı. Vali İrfan Balkanoğlu, içki satışı ve kullanımıyla ilgili genelge yayınladı. Buna göre; piknik alanları da dahil olmak üzere çok sayıda mekânda içki satışı ve tüketimi yasaklandı. Yasağa uymayanlara Kabahatler Kanunu’na göre 82 lira ceza kesileceği açıklandı.
4. Murat kanunlarının “tavizsiz” uygulanacağı açıklanan Afyon’da, uygulamanın ilk gününde park, yol kenarları ve araçlarında alkol alan 25 kişiye Kabahatler Kanunu’na göre 169’ar lira ceza uygulandı. İl Emniyet Müdür Yardımcısı Kasım Korkut, “Ekiplerimiz kararlı ve tavizsiz şekilde aralıksız çalışmalarını sürdürecek” dedi.
İdris Naim Şahin zihniyetinde somutlanan polis devleti, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı birimlerde personel sayısının 2 yıl içerisinde 24 bin 100 kişi artarak 232 bin 122 kişiye ulaştı.
Ayrıca CHP milletvekili Melda Onur 2012 yılında İçişleri Bakanına verdiği yazılı soru önergesinde, “önleyici hizmetler büro amirlikleri puan cetveli” başlıklı bir belgenin niteliğini soruyor ve varlığı iddia edilen “bonus sisteminin” “yurttaşlara güvenlik sağlamak yerine suç ve suçlu yaratmaya yol açabilecek uygulamalara dönüşebileceğini”, “keyfi gözaltı uygulamalarına yol açabileceği” endişesini dile getiriyordu.
Söz konusu puan cetveli, yakalanan veya tespit edilmesi sağlanan suçların tiplerine göre emniyet görevlilerine verilecek puanları belirtiyor. Yaralama suçunun faili bulunursa 50 puan, parmak izi tespitli aranan bulunursa 205 puan, bu kişi tutuklanırsa 500 puan. Cinayet ve gasp, 1000 puan. Kapkaçtan yakalanırsa 1000, tutuklanırsa 1250 puan. Ama getirisi en yüksek suç, elbette bunlar değil. “Molotof-terör olayları” ibaresi altında yer alanlar: 1500 puan.
Bu puanlama sisteminde “travesti” ve “bilinen bayan” gibi “suç adları” da yer alıyor. Bunların münhasıran nasıl bir suç olduğunu milletvekili, soru önergesinde soruyor. Ayrıca bu konu basında da biraz yer aldı. Bunun kadar vahim olan, bu puanlama yönteminin polisi en verimli suç dallarında suç ve suçlu bulmaya, gereğinde yaratmaya teşvik ediyor olması…
İdris Naim Şahin pratiği, Faruk Sükan’dan Nahit Menteşe’ye, Şevket Kazan’dan Hikmet Sami Türk’e ve Mehmet Ağar’a uzanan kan dondurucu totaliterliğin tarihsel hülasasıyken; ‘Türkiye Kime Kalacak’ başlıklı yapıtında Osman Ulagay, Türkiye’yi teksesli ülke hâline getiren AKP’nin otoriterleşme eğiliminin toplumda gerilim yarattığını belirterek, “Siz artık onları dikkate almayın, Türkiye’de tek güç var o da biziz,” dediğini vurgular…
Bu da totaliter muhafazakârlığa kapı açar.
TOTALİTER MUHAFAZAKÂRLIK
AKP patentli totaliter muhafazakârlık hakkında “Türk, Müslüman, sağcı olmayan herkes azınlık” notunu düşen Ragıp Duran ekler:
“Türkiyeliler çok uzun bir zamandır muhafazakârlığın tanığı ve mağduru… Muhafazakârlık, egemen ideoloji hâline geldikçe, küreselleşmenin neo-liberalizmiyle birlikte ‘tek fikir’ olarak yerleşmeye çalışıyor. Bizdeki muhafazakârlığın laiklik karşıtı olması da dinsel gericiliğin, feodal algıların hâlâ ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.
Muhafazakârlaşma Türkiye’de bir süredir, en çok, önce siyasal sonra toplumsal/ kültürel hayatta, sağcı, gerici fikirlerin dini değerlerle birlikte yüceltilmesi şeklinde tezahür ediyor. Teorik/ akademik bir deyim olan muhafazakârlaşma adı altında, kişisel, toplumsal ve siyasal özgürlükler, ‘ayıp’, ‘günah’, ‘yasak’ ilan ediliyor, algılanıyor ve uygulanıyor.
Solculuk, demokrasi, estetik, sanat, düzen karşıtlığı kargılanıyor. Muhafazakârlık, egemen ideoloji hâline geldikçe, küreselleşmenin neo-liberalizmiyle birlikte ‘tek fikir’ olarak yerleşmeye çalışıyor.”
AKP patentli totaliter muhafazakârlık sırtını dayadığı İslâmizasyon ile ne okuyacağına; ne okumayacağına…
Ne iş yapabileceğine; ne yapamayacağına…
Ne düşüneceğine; ne düşünemeyeceğine…
Nasıl sanat olacağına; nasıl sanat olmayacağına…
Ne giyeceğine; ne giyemeyeceğine…
Hangi hakka sahip olacağına; hangi haklarının olmayacağına…
Ne kadar özgür kalacağına; ne kadar özgür sanacağına…
Nasıl bir ahlâkın olacağına; nasıl ahlâksız sayılacağına…
Neye ne kadar inanabileceğine; neye asla inanamayacağına…
Kimliğinin ne, senin kim olduğuna; kimliğinin ne, senin kim olamayacağına…
Vicdanının kısık sesine; vicdanının pek mümkün sessizliğine… “Ben karar veririm” der;[15] bunu dayatır!
Bunlar böyleyken; “Kemalistkitsch’in bazı veçhelerini ortadan kaldırmaya çalışan AKP’nin de farklı bir derdi yok gibi görünüyor,” diyor Orhan Kemal Cengiz…
Bu durumda, kendi inanç ve yaşam tarzlarını başkalarına dayatan totaliter muhafazakârlık konusunda Binnaz Toprak, AKP’nin uyguladığı politikaların özellikle Anadolu kentlerinde “ikiyüzlü muhafazakârlar yarattığına” işaret ederek, muhafazakâr gibi davranma eğiliminin farklı olan tüm toplum kesimlerinde örneklerinin olduğuna işaret ederek; 4+4+4 eğitim sistemiyle Kur’an-ı Kerim ve peygamberin hayatı derslerine çocuklarını göndermeyen ailelerin de “muhafazakârlaşmanın baskısı altında olacağına” dikkat çekiyor.
Kimse totaliter muhafazakârlığı “es” geçip, somuttaki tahribi küçümsemesin!
i) Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, “İslâmi bir bisiklet üretilebilir. İslâm’a göre ameller niyete göredir. Allah’ın rızasını gözeterek ve insanlara faydalı olması öncelenerek üretilen bir bisiklet İslâmi bisiklet olur,” derken…
ii) Gençlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü Gençlik Kampları internet sitesinden yapılan açıklamada, Aydın Kuşadası Davutlar, Antalya Duacı, İzmir Paşalimanı, Trabzon Düzköy, Kastamonu Kadıdağı, Mersin Silifke Akkum, Antalya Akseki Bademli, Bolu Aladağlar ve Denizli Cankurtaran’da 11 Haziran – 12 Eylül 2012 arasında 9 dönem hâlinde açılacak deniz ve yayla kamplarında 6 yıl aradan sonra bu sezon karma kamptan vazgeçilerek, kız ile erkeklerin ayrı dönemler hâlinde buralara gelmeleri kararlaştırdı… Buna göre Aydın Kuşadası Davutlar’daki deniz kampından kızlar 1, 2, 5, 6, 9’uncu dönem, erkekler ise, 3, 4, 7 ve 8’inci dönemlerde kamp yapabilecek…
iii) Ayrıca AKP döneminde demokratik hak ve özgürlükleri sınırlamaya yönelik uygulamalar öncelikle kadınları hedef alarak ilerliyor. Yeni “disiplin rejimi”, “estetik rejimi” topluma kadınların toplumsal konumunu değiştirebildiği ölçüde giriyor…
iv) Polis Akademisi Başkanlığı’na atanan Prof. Remzi Fındıklı, ‘Hasılı Kelam/ Özlü Sözler’ başlığıyla kaleme aldığı kitabında siyasete, askerlere, kadınlara ve dinlere ait ilginç görüşler ortaya koydu.
Kitapta “Batı, terbiye edilmemiş bir attır, 15’inde kız ya erde, ya yerde olmalıdır, fakirin aklı olsa, fakir olmazdı, erkeğin göbeklisi kadının da bebeklisi makbuldür, demokrasi vasat insanlar yönetimidir” gibi “sözler” de bulunuyor; işte bunlardan kimileri…
– “Dinine sahip ol ki hangi milletten olduğun belli olsun”…
– “Dinsiz insan, dengesiz ve densiz insandır”…
– “Müslümanın kocası koç, Müslüman olmayanın kocası hiç olur”…
– “Savaşta ölmek kişiyi şehit yapmaz, şehidi şehit yapan inancı ve ölüş sebebidir”…
– “Türk olmak kader, Müslüman olmak ise bir takdirdir”…
– “Bal arıdan, kavga karıdan olur”…
– “Kadının cihadı, eşiyle güzel geçinmesidir”…
– “15’inde kız ya erde, ya yerde olmalıdır”…
– “Tarlayı taşlı yerden kızı gardaşlı yerden al”…
– “Türkler konuşmaya utanır, dövüşmeye utanmazlar”…
– “Fakirlik fikirsizliktir fakirin aklı olsa, fakir olmazdı”…
– “Aklı az olan yerin yiğidi bol, yiğidi bol olan yerin aklı az demektir”…
– “Karısını aldatan adam herkesi aldatır”…
– “Malı ile cömertlik edenler şerefli, bedeni ile cömertlik edenler şerefsizdir”…
– “Erkeğin göbeklisi kadının da bebeklisi makbuldür”…
– “İşin eve, avradın ere, paranın da ele yakını makbuldür”…
v) Hükümetin alkole karşı mücadelesi, alkollü içkilerin sponsorluk ve pazarlama kurallarını yeniden düzenleyerek başladı. Bunların bir kısmı, AB standartları diyerek yapıldı ve bazıları gerekliydi de. Ancak herkesin bildiği sır şuydu: Mesele AB falan değil, zaten Avrupa’da en düşük seviyede olan Türkiye’deki alkol tüketimini sıfırlamaktı.
‘One Love Müzik Festivali’nde “bira yasağı” dayatması, her zaman olduğu gibi “gençleri içkinin zararlarından korumak” diye açıklanıyor.
vi) Nihayet Bolu’da elinde bira kutusuyla markete girerek ekmek alan Mehmet Ak (59), iki kişi tarafından “Elinde bira olduğu hâlde ekmek aldığı” için darp edildi…
“POLİS DEVLETİ”NİN MARİFETLERİ!
AKP patentli totaliter muhafazakârlık, bal gibi anti-demokratik bir polis devletidir!
‘Le Monde’da yayımlanan bir makalede, “Türkiye’de egemen bir güç; üniversiteler, araştırmalar, öğrenciler ve gazeteciler üzerinde artan bir yargısal baskı yapıyor… Keyfi yargı kararlarının eşliğinde, özgürlüklere yapılan bütün bu saldırılar, AKP hükümetinin otoriter yönlerini ortaya koyuyor,” vurgusuyla Türkiye’de “özgürlüklerin yaygın biçimde hapsedildiği” ve aydınlara, binlerce öğrenciye “Kafka’vari suçlamalar”ın yöneltildiği, düzinelerce gazeteci ile yayıncının tutuklu bulunduğu belirtildi.
AKP rejiminin “güvenlik” yanlısı baskıcı politikaları bütçe harcamalarından da izlenebiliyor. Kürt siyasetine karşı, “müzakere”, barış dili yerine “şiddeti” ya da resmi söylemle “güvenlik politikaları”nı tercih eden AKP rejimi, toplumun tüm kesimlerine yönelik baskı politikalarını koyulaştırıp Suriye batağına toplumu sürüklerken, genel bütçeden “savunma” ve “kamu düzeni ve güvenlik hizmetleri” adları altında toplanan harcamaları azaltmak bir yana, artırıyor…
Bir yandan hem “terörle mücadele” adı altında yeni kadrolar ihdas eden, hem TSK’ye hem Emniyet’e daha fazla mal ve hizmet alımı yapan AKP rejimi, MİT bütçesini de genişletiyor. Ancak, daha ilk elde, “savunma”nın payının “polis harcamaları” kadar artmadığı ve toplam harcamalardan aldıkları payın polisin lehine büyümeye devam ettiği de görülüyor.
2012 yılının ilk 6 ayında asker-polis ya da “savunma – kamu düzeni ve güvenlik” hizmetleri hızla arttı. Maliye’nin Muhasebat Genel Müdürlüğü verilerine bakılırsa, ocak-haziran döneminde bu iki kalemin harcamaları 20 milyar TL’ye yaklaştı. Bu harcama, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 18’e yakın bir artış anlamına geliyor.
Asker-polis harcamalarından “savunma” ya da TSK harcamaları, genel bütçede yüzde 4.7 olan payını yukarı çekemezken polis harcamalarının yüzde 5 paya ulaştığı görülüyor. Adalet hizmetlerine, mahkemelere bütçeden yüzde 1.3 pay düşerken cezaevlerinin de payının yüzde yarıma talim ettiği anlaşılıyor. Böylece, bütçeden baskı kurumlarına ayrılan payların gerilemediği, hatta artma eğiliminde olduğu görülüyor.
Neo-liberaller görmezden gelmeye kalkışsa da, bu elbette İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’li bir AKP tercihidir!
“İdris Naim Şahin” deyince Mehmet Tezkan’ın şu tespitlerini aktarmadan geçmeyelim:
“İçişleri Bakanı’na göre iki türlü gösteri var. Birincisi; düşünce yayma hürriyetine yönelik. İkincisi; provokasyona yönelik.
Birincisine örnek şu: Hocalı mitingi. Ermenilere yönelik pankart açılması… İkincisine örnek, 4+4+4 eylemleri…
Devlet meseleye böyle baktığı için. Birincisinde polis göstericilere her türlü kolaylığı sağlıyor. İkincisinde biber gazı sıkıyor, copluyor. Gözaltına alıyor. Örgüt üyeliğiyle suçluyor. Ucu tutuklamaya kadar gidiyor.
İçişleri Bakanı’nı sevin sevmeyin. Harbi adam. Lafını gizlemiyor. Hükümetin sevdiği gösterilerle, sevmediği gösteriler ayrımını bile yaptı. Ona göre davranın demek istiyor.
Demek ki; hangi eylemde polisin nasıl tavır alacağı baştan belli. Herhâlde şöyle oluyor; polis müdürü listeye bakıyor. Ona göre davranıyor.”
İşte bu tercihe birkaç örnek:
i) İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, kendisini eleştiren gazetecilere ise “Ağzına tıkarım o yazıları senin” diyerek sert tepki gösterdi…
ii) Türkiye’yi iki işkence vakasında mahkûm ettiren Sedat Selim Ay, İstanbul’da terörle mücadeleden sorumlu yeni Emniyet Müdür Yardımcısı olarak atandı. İşkenceye sıfır tolerans vaadiyle yola çıkan hükümet, işkencecilerin terfi ettirildiği bir düzen kurdu…
iii) Yurttaşın polis şiddeti ile işkence başvurularına müdahale amacıyla kurulan “444 155 9 İmdat Polis Hattı”na, açıldığı 15 günde 100’ün üzerinde şikâyet yapıldı. Hattı arayan polis memurlarının, telefonun diğer ucundaki yetkililere küfür ve tehditler savurduğu öğrenildi… Yurttaşları polis şiddetinden korumak için kurulan hattı arayan bir polis: “Evet işkence yapıyorum, sıkıysa gel al” dedi…
iv) Kızılay’da geri geri gelen polis otosunun 5 aylık hamile eşine çarpması üzerine uyarıda bulunan Evrim Lüleci’ye polisin yanıtı “sert” oldu. Araçtan inen polis, biber gazı sıktığı Evrim Lüleci’nin başına telsizle vurarak yaralanmasına neden oldu. Kanlar içinde kalan Lüleci ve aracın çarptığı hamile eşi Banu Lüleci hastane yerine karakola götürüldü.
Polisin, olayla ilgili hazırladığı tutanakta, “Evrim Lüleci, başını telsize çarptı” diye yazdığı iddia edildi. Benzer bir olayda da Anakent Belediyesi’nin sünnet etkinliğinde Kamuran Çelik ve 2.5 aylık hamile eşi Serap Çelik, arasında bir özel güvenliğin bulunduğu 5-6 kişinin saldırısına uğradı…
v) Türkiye’de 600’den fazla öğrenci tutukludur. İktidara yakın rektörler, yargılamaların sonuçlarını dahi beklemeden bu öğrencileri okullardan atmaktadır. Aşırı polis şiddeti sıradan hâle gelmiştir. YÖK disiplin yönetmeliği ile öğrencilere cezalar yağdırılmaktadır. Sadece 2010-2011 yıllarında üniversite öğrencilerine 4 bin 700’e yakın okuldan uzaklaştırma cezası verilmiştir…
vi) Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in verdiği bilgiye göre ceza infaz kurumlarında bulunan hükümlü sayısı 1990’da 29 bin 373, 1991’de 11 bin 47, 1992’de 12 bin 823, 1993’te 15 bin 147, 1994’te 16 bin 881, 1995’te 22 bin 8, 1996’da 26 bin 979, 1997’de 36 bin 334, 1998’de 35 bin 886, 1999’da 42 bin 665, 2000 tarihinde 25 bin 545, 2001’de 30 bin 384, 2002’de 33 bin 273, 2003’te 35 bin 730, 2004’te 40 bin 451, 2005’te 29 bin 445, 2006’da 35 bin 865, 2007’de 52 bin 809, 2008’de 63 bin 63, 2009’da 76 bin, 2010’da 86 bin 566, 2011’de 92 bin 617, 2012’de 93 bin 970…
vii) Mazlum-Der’in 2011 yılı insan hakları raporu, karanlık bir tabloyu ortaya koydu. Rapora göre, 2011 yılında faili meçhul cinayetlerden 158, işkencede 47, bombalama ve mayınlar sonucu 259, töre cinayetlerinde 18 kişi yaşamını yitirdi. Aynı yıl 34 bin 947 kişi de gözaltına alındı…
viii) AKP’nin sürgün ettiği personelin gönderildiği Devlet Personel Başkanlığı’nın havuzundaki personel sayısı 29 bine ulaştı. TBMM’nin de, 1500 kişiyi bu havuza göndermek istemesi sıkıntı yarattı. TBMM Başkanlık Divanı’nın norm kadro uygulaması için oluşturduğu alt komisyonun yaptığı toplantıda, norm kadro fazlası personelin durumu sıkıntıya yol açtı. TBMM Başkanlığı yetkilileri, toplantıda Devlet Personel Başkanlığı’nın (DPB) havuzunda 29 bin kişinin beklediğini, Meclis’ten gönderilmesi düşünülen 1502 kişi ile bu sayının 30 bin 500’ü bulabileceği bilgisini verdi…
ix) TRT 1 kanalında Şeker Bayramı’nın ikinci günü olan 20 Ağustos akşamı yayımlanan, yönetmenliğini Ezel Akay’ın üstlendiği “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü” filminin bir sahnesinin sansürlendiği ortaya çıktı. TRT, yönetmene gerekçe bildirmeden filmden Kadı Pervane karakterinin “Alevi mi Sünni mi” sorusu ile Eredna karakterinin “O işi ulemaya bıraktım, karar bekliyorum” yanıtını makasladı.
TRT 2012 Londra Olimpiyatları’nın kapanış töreninde çalınan şarkılardan John Lennon’un “Imagine” (Hayal edin) adlı şarkısını makaslamıştı. Şarkı çalmaya başladığında sözlerini Türkçeye çevirmeye başlayan spiker “ve din de yok” kısmını atlayarak bir sonraki bölüme geçmişti…
Alın size “Yetmez ama evet”çilerin “demokratikleşen” Türkiye’si!
Kolay mı?
“Demokrasi” dediler, hukuksuzluk dört bir yanı sardı. Hak arama özgürlüğü ve savunma hakkı ihlâlleri artık mahkemelerde de sürüyor.
Adaletin arandığı salonlar, ifade özgürlüğü taleplerinin artan polis şiddetiyle bastırıldığı sokaklar ve meydanlar, “Türkiye gerçeği” oldu…
Cezaevlerinde “yatacak yer” kalmadı.
Deniz Gezmiş’leri anma toplantılarının bile suç sayıldığı, “12 Eylül hukukundan beter” bir süreçtir yaşanılanların toplamı…
Uluslararası Af Örgütü 2012 Raporu’nun Türkiye bölümü, karanlık bir ülkeyi tanımlıyor. Cezaevindeki milletvekillerinin durumu, adil olmayan yargılamalar ve uzun tutukluluk sürelerine vurgu, ilk sırada…
Mahkemelerdeki savunmaların bile hapisle cezalandırıldığı, haksızlıkları, hukuksuzlukları dile getirmenin “yargı görevi yapanı etkilemeye teşebbüs” gerekçesiyle damgalandığı, soruşturulduğu olağanüstü bir süreçteyiz…
Alın size İslâmizasyona sarılan AKP demokrasisi…
İSLÂMİZASYON
Devam edersek: AKP patentli totaliter muhafazakârlık sırtını İslâmizasyona dayarken; “Sünni İslâm otoriterliği”ne dikkat çeken Armağan Öztürk ekliyor:
“Standart bir Sünni Müslüman, Müslümanlarla diğer dinlerin mensupları, Sünnilerle Aleviler ve erkeklerle kadınlar arasında doğal bir eşitsizliğin olduğunu düşünüyor.”
Gerçekten de Başbakan Erdoğan’ın Karaca Ahmet Cemevi için sarf ettiği “ucube” benzetmesi; 5 Mayıs 2012’de Adana’daki konuşmasında, “Tek bayrak, tek millet, tek din, tek devlet dedik,” ifadesini kullanması çok şeyi ortaya koyan tavırlardır.
Bu gidişatta “Görünür bir dindarlaşma var,” diyen Dilek Zaptçıoğlu’na göre, “Yaşanan süreç, bizi etnik ve mezhepsel çatışmalara götürebilme” ihtimali içerirken; “Bir süredir İslâmi kesimin bazı kalemleri, topluma yeni bir ahlâk nizamı vermek amacıyla çıtayı yükseltmiş durumdalar. Bu isimlerin önde gelenlerinden Mehmet Şevki Eygi, parklardaki ahlâksızlık sahnelerine odaklandığı yazısından sonra, pornografik öğeler içeren bir makale kaleme alarak ‘Feribotta açık ahlâksızlık’ sorununu gündemine aldı.
Bu yazısında yer verdiği bir okuyucu mektubunda, ‘birbirine sarılan’ çiftlerin yarattığı infialden söz ediliyor. Mektubun şu satırları tepkinin mantığını güzel özetliyor: ‘Evcil hayvanlar bile kafeste veya kargo bölümünde taşınırken insan kılıklı hayvanlara uluorta sevişmek hakkı mı tanınıyor?’
Eygi’nin hükmü şöyle: ‘Maalesef ahlâk gün geçtikçe hızla bozuluyor.’ ‘Ahlâksızlık yayıldı’ deyimi, toplumun tutucu kesimleri içinde yıllardır hep karşımıza çıkan klasik bir deyimdir. Ancak bu düşünce yapısının doğrudan iktidar ve devlet eliyle egemen kılınmak istenmesi, biraz daha farklı bir duruma işaret eder.
Samsun Valiliği bir inceleme başlattı. 19 Mayıs kutlamaları sırasında bir kadın ve bir erkek güreşçinin birlikte güreş tutmasının suç olup olmadığı saptanacak. Güreş Federasyonu Başkanı Bekir Çeker, gelişmelerin güreş sporunu hedef almasından kaygılı. Bazı ülkelerde kadın ve erkek güreşçilerin birlikte antrenman yapabildiklerini ve birbirlerinin partneri olabildiklerini belirterek gelişmelerin iyice sarpa sarmasına engel olmaya çalışıyor. Bunu vurgularken ‘değişik inançlarda olan ülkelerde’ bu tür antrenmanların yapılabildiğini söylemek gereğini duyuyor.
Değişik inanç ne demek? Federasyon Başkanı, ‘Türkiye, Müslüman bir ülke; bu ülkede böyle güreşler ahlâken, kültürel olarak tepki çekebilir, onun için dikkatli olmalıyız’ demek istiyor…”[16]
İslâmizasyon beşeri münasebetleri, kültürel iklimi ve siyaseti doğrudan etkilerken, farklılaştırıyor. İşte bunun somut verilerinden bir kaçı:
i) Eski Kayseri Jandarma Alay Komutanı emekli Albay Cemal Temizöz’ün de arasında bulunduğu 7 sanığın yargılanmasına devam edilen Diyarbakır 6’ncı Ağır Ceza Mahkemesi başkanı tanıklara yemin ettirirken “Allah’ım, namusum ve şerefim üzerine yemin ederim” ifadelerini kullandırdı…
ii) Bursa’nın İznik ilçesindeki 700 yıllık Ayasofya Kilisesi’nin camiye dönüştürülmesinin ardından Trabzon’un en önemli tarihsel mekânlarından biri olan, XIII. yüzyılda Komnenos Kralı I. Manuel Komnenos tarafından yaptırılan ve müze olan Ayasofya Kilisesi de camiye dönüştürülerek ibadete açılacak. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Camiler Allah’a ibadet etme yerleridir,” dedi…
iii) Diyanet İşleri Başkanlığı, yaz Kur’an kurslarında 2012 yılında sayı anlamında da hedef büyüttü. 2011 yılında 1.5 milyon öğrencinin kayıt yaptırdığı kurslara 2012 yılında yaş sınırının olmaması nedeniyle beş milyon öğrencinin gitmesi bekleniyor. 3 çocuktan birinin Kur’an kursuna katılımıyla dini eğitim alacak öğrenci sayısının 5 milyona ulaşması hedefleniyor…
iv) Yalova Üniversitesi internet sitesi üzerinden yaptığı duyuruyla yeni açtığı ilahiyat fakültesine öğrenci çekebilmek için kayıt yaptıran 60 öğrenciye karşılıksız burs, barınma, Suudi Arabistan gezisi, akademik kariyer ve Kur’an kursu öğreticiliği güvencesi verdi…
v) Diyarbakır’da yurt ve pansiyonlarda kalan öğrenciler, dini içerikli sohbet toplantılarına zorlanıyor. Öğrenci velileri ile Eğitim-Sen’in tepkisini çeken toplantılara, Dicle Üniversitesi Diyarbakır Meslek Yüksekokulu ile İl Milli Eğitim Müdürlüğü arasında imzalanan bir protokolle meşruiyet kazandırılmak isteniyor. Kentteki okullara ise çok sayıda dini içerikli kitap dağıtılıyor…
vi) Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin TCK 263 maddesi uyarınca “yasadışı eğitim kurumu açmak” suçundan 11 üyesine 5’er ay hapis cezası verdiği İsmailağa Cemaati, Silivri sokaklarını, “4-6 yaş grubu için Sıbyan medreseleri açılacaktır” afişleriyle donattı…
vii) ‘Milli Gazete’, Diyarbakır Askeri Mahkemesi’nin vermiş olduğu “İslâm’da vicdani ret yoktur” kararı üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fetva servisine başvurup, bir görüş almış. Yayımlanan fetva İslâm’ın vicdani ret hakkını tanımadığını belirtiyor: “Dinimize göre akıl ve baliğ olan her kimse, ibadetlerinin yanı sıra ailesine karşı (nafaka, himaye, terbiye vs görevlerle), devletine karşı (vergi, askerlik vs ile) yükümlüdür.”
Fetvanın dini kısmı bundan ibaret, geri kalanı bir devlet ve ordu güzellemesi… Şöyle mesela: “İnsan sosyal ve medeni bir varlık olduğundan bir arada yaşamak zorundadır. Bir arada yaşamanın kuralları da ahlâk ve kanunla belirlenir. Bunun uygulanması için de bir devlet olma gereği ortaya çıkar. Devletin yani kanunun, adalet ve hukukun olmadığı bir yerde terör ve anarşi hâkim olur”…
viii) Kocaeli’nin Karamürsel ilçesinde Büyükşehir Belediyesi’nin ahşap paravanlarla kapatılmış kadınlara özel plaj yaptırdı…
Toparlıyorum; Orhan Kemal Cengiz’in, “Attığı birkaç tweet nedeniyle Fazıl Say’ın ve başkaca kişilerin ‘dine hakaretten’ yargılanmalarını çok tehlikeli buluyorum… Allah’a ve peygambere hakaret ettiği gerekçesiyle Türkiye’de bir kişinin mahkûm edilmesinin Humeyni’nin fetvası gibi o kişinin boynuna asılmış bir ‘öldürme’ emrine dönüşebileceğini düşünüyorum,” dediği siyasal iklimde, ‘Türkiye-Avrupa Eğitim ve Bilimsel Araştırmalar Vakfı’nın araştırmasına göre, halkın sadece yüzde 17’si AB’ye tam üyeliğe inanıyor. Oysa 2004’te Türk halkının yüzde 78’i AB’ye tam üyeliğe inanıyordu.
Bu kadar değil; Türkiye’de halkın yüzde 5’i Hac’a gitmiş, yüzde 84’ü oruç tutuyor. İbadet alışkanlıklarında toplum iki kutupta toplanıyor.
Türkiye’de yaşayanların yüzde 89’u Sünni, yüzde 1’i Şii olduğunu söylüyor. Yüzde 2’si kendini yalnızca Müslüman olarak tanımlıyor. Ankete katılanların yüzde 17’si Şiilerin Müslüman olmadığını söylüyor. Yüzde 5’i Şii diye bir grup olduğunu hiç duymamış.
Türkiye’de yaşayanların yüzde 19’u haftada en az bir kez camiye gidiyor. Cuma namazına gidenlerin oranı yüzde 25. Bayramdan bayrama camiye gidenlerin oranı yüzde 10. Yüzde 23’ü asla camiye gitmiyor.
Dinin hayatında çok önemli ya da önemli olduğunu söyleyenlerin oranı yüzde 88. Hiç önemli değil diyenlerin oranı yüzde 3’te kalıyor. Yüzde 66’sı dinin yalnızca tek bir yorumu olduğunu, yüzde 22’si birden fazla yorum olabileceğini savunuyor.
Türkiye’deki Müslümanların yüzde 92’si cennete inanıyor. Cehenneme inananların oranı yüzde 88’de kalıyor. Yüzde 96’sı meleklere, yüzde 63’ü cinlere inandığını söylüyor.
Türklerin yüzde 49’u büyücülüğe, yüzde 69’u nazara inanıyor. Yüzde 27’si evinden nazarı uzak tutmak için bir obje tuttuğunu söylüyor. Yüzde 23’ü koruyucu güçleri olduğuna inandığı muskalar takıyor. Kader ve kısmete inananların oranı yüzde 92.
Türklerin yüzde 43’ü günde birkaç kez, yüzde 17’si günde bir kez, yüzde 17’si haftada en az bir kez ibadet ya da dua ettiğini söylüyor. Asla ibadet etmeyenlerin oranı yüzde 4…[17]
Bu tablo hiç hayırlı değildir!
AKP’NİN 4+4+4 EĞİTİM(SİZLİĞ)İ
Başbakan Erdoğan’ın, “Dinine ve kinine sahip çıkan bir gençlik” istediğini dillendirdiği koordinatlar, karanlık bir eğitim tablosuyla bütünleşmiştir.
“Torununun, Fransız okulunda eğitim gören” AKP Muğla Milletvekili Ali Boğa’nın, “4+4+4 sistemiyle birlikte bütün okulları imam hatibe dönüştürme şansı yakaladıklarını” açıkladığı düzenleme de imamların cuma hutbelerinde cemaate “çocuklarını imam hatip okullarına kaydettirme tavsiyesinde” bulunup, imam hatip ortaokulu (İHO) önkayıt formlarının da camilerde toplandığı ortaya çıktı.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB), 4+4+4 sistemiyle ilgili hazırladığı kitapçıkta, bugüne kadar yalnızca mesleki eğitimde “kız ve erkek öğrencilerin” ayrı okulda eğitim alması uygulamasının örgün eğitimde de gündeme gelebileceğinin işaretinin verilirken; Ortaokullarda seçmeli olarak okutulacak Kur’an-ı Kerim dersinde, 6. sınıf öğrencilerine, imam hatip lisesi (İHL) müfredatında bile olmayan “tarikata bağlı olanlar için Allah’ın adını art arda söyleme” anlamına gelen zikir kavramı öğretilecek!
Mehmet Tezkan’ın, Dönüşümün birinci etabı tamamlandı. 673 imam hatip ortaokulu açıldı. Zaten ortaokul açma hakkı sadece onlara verilmişti. Önümüzdeki yıllarda diğerleri de dönüştürülecek. Ortaokul düzeyinde imam hatipleri yaygınlaştırmak… Talep var diye her yıl sayılarını arttırmak. Öğrencileri düz ortaokul yerine imam hatip ortaokuluna teşvik etmek. Yönlendirmek. Bazen mecbur bırakmak,” notunu düştüğü düzenlemeye ilişkin olarak Ahmet İnsel önemli bir noktanın altını çiziyor:
“Yeni eğitim reformu yasası, seçmeli ders olanaklarını genişletirken iki seçmeli dersi ve sadece bunları ismen belirtiyor: ‘Ortaokul ve liselerde Kur’an-ı Kerim ve Hazreti Peygamberimizin hayatı seçmeli ders olarak okutulur’. Laik olduğunu iddia eden bir ülkedeyiz.
Doğuş Üniversitesi araştırma görevlilerinden Osman Serkan Gülfidan, ‘bu maddede sözü edilenin hangi peygamber olduğunu, TBMM’nin bir peygamberinin mi olduğunu ve yasa maddesinde adı belirtilmeyen peygamberin herkesin peygamberi olduğu kanısına nasıl varıldığı’nı bilgi edinme yasası kapsamında TBMM Başkanlığı’na sordu. Başkanlık Diyanet’e danıştı mı bilmiyoruz ama yanıt vermeyi reddetti. Önemli bir soru. ABD’de veya Almanya’da böyle bir yasa çıksa ‘Hz. Peygamberimiz kim’ diye Hıristiyanlar, Yahudiler, Müslümanlar sormaz mı? ‘Hz. Peygamberimiz’ ifadesiyle yasa genel olarak laikliği ve yürürlükteki anayasayı açıkça çiğniyor.
Başka bir sorun daha: Normal demokratik düzende dersler yasayla belirlenmez. Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti 12 Eylül rejiminin işine gelen sapkınlıklarını benimsemekte beis görmüyor ki 12 Eylül’ün yasayla getirdiği zorunlu iki derse iki seçimlik ders ilave ediyor…
1980 darbesi sonrasında askerler de bunu istemiyor muydu?”[18]
VE KÜRTLER…
Buraya kadar değindiklerime Kürtler ve onlara yönelik AKP’li resmî ideolojik saldırganlıkta eklenmelidir…
Kolay mı?
Muhammed Nureddin’in, “Türkiye’nin kuruluşundan bu yana tüm iktidar dönemlerinde hükümetlerin Kürt gerçeğine yönelik bakış açıları birbirinden farklı değildi,”[19] diye betimlediği “Kürt Sorunu”, T.“C” için “Küçücük çocukları ‘taş atanlara’ dönüştürmek, sonra taş attılar diye hapse tıkmak, hapse tıkıp cinsel ve ruhsal şiddet uygulamaktır.”[20]
Bir zamanlar “sorunun çözümü”nü AKP’ye havale eden Cengiz Çandar’ın bile, “Devletin yeni Kürt politikası ne ‘PKK’ ve ne de ‘Kürt sorunu’nu çözecek özelliklere sahip bulunuyor,” dediği…
Veya Kürtçe seçmeli ders açıklamalarını “komik bir adım” olarak yorumlayan Kemal Burkay’ın, “Kürtler anadilde eğitim istiyor. Hükümet sorunu çözmüyor, Kürtleri oyalıyor,” saptamasındaki gibi…
Ya da AKP’nin eski genel başkan yardımcılarından Dengir Mir Mehmet Fırat’ın, “Kürtlere kültürel jenosit yapıldığını ve asimilasyonun devam ettiği” vurgusuyla eklediği üzeredir her şey: “Retçilik, İttihatçılık’la başlamış, Kemalizm’le devam etmiştir. İttihatçılık da Kemalizm de artık iflas etmiş yerli bir görüştür. Ama biz hâlâ bu defteri açmak ihtiyacını hissediyoruz.”
Devlet terörünün tüm varyasyonlarına maruz bırakılan Kürtler, oyalanma/ manipüle edilmeyi geride bırakmışlardır…
‘The Economist’in, “Uludere’den sonra Türkiye’nin Kürtleri, kendilerini her zamankinden fazla yabancılaşmış hissediyor ve BDP ile PKK’ya yönelik sempati artıyor,”[21] saptaması önemli bir noktanın altını çiziyor.
Tıpkı “Duygudaşlık bitti, bölünüyoruz biz,” diye haykıran Aysel Tuğluk’un eklediği üzere: “Böyle kardeşlik olur mu Allah aşkına? Böyle birlikte yaşamak mı olur?..
Durum ortada. Yaşadıklarımız kıyamet değilse nedir?..
Bölgede yeni bir dünya kuruluyor ve Kürtler bu yeni dünyada mutlaka yerini alacaktır. Türkiye’ye rağmen ve Türkiye’siz! Bunu başaracak güce ve inanca sahibiz.
Emin olun ki bu kez başaracağız. Yüz yıldır bu ânı bekliyorduk: Kürtler artık kazanmıştır.”[22]
Yine “Arap Baharı’yla moral bulan bölgedeki 30 milyon Kürt, giderek daha çok sınırlarının ötesine, hepsini birleştirecek bağımsız bir devlete doğru bakıyor,”[23] diyen ‘The Economist’ eklemeden geçmiyor: “Türkiye ve Kürtler için şiddet dolu bir dönem başlıyor.”
Evet Hamza Aktan’ın, “Bir halk kendini yaratıyor”;[24] Erkan Canan’ın, “Kürtler yok sayılmadan özne olmaya evriliyor,” diye tarif ettiği; AKP Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner’in, PKK’nin saldırılarının ardından iktidar milletvekillerinin bile Güneydoğu’ya korumasız gidemez hâle geldiklerini ortaya koyan çarpıcı açıklamalar yaparak, “Milletvekilleri olarak şu anda can güvenliğimiz, seyahat özgürlüğümüz yok. Seçim bölgelerimize korumasız gidemiyoruz,” dediği Kürtlerin yüzde 47’si, kendilerine farklı davranıldığına inanıyor. Yüzde 28’i kamu hizmetlerinde ayrımcılığa uğradığı inancında…
Kürtlerin BDP’ye siyasi desteği hızla artıyor. Kürt oylarını almaya devam eden BDP yüzde 10 ülke barajını aşmaya çok yakın. Kürtlerin yüzde 46’sı BDP’ye yöneliyor. Tersinden okursak, AKP’nin Kürtlerden aldığı oy azalıyor…
Kürtlerin yüzde 72’si kendilerine daha fazla hak verilmesini istiyor. Ana dilde öğrenim gibi. Türklerin yüzde 82’si ise, bu hakkı fazla buluyor. Türklerle Kürtleri ayıran önemli görüş farklarından biri bu…
Kürtlerin yüzde 48’i “PKK terör örgütü değildir” diyor…
Yine Kürtlerin yüzde 63’ü “PKK silahtan arınsın ve siyasete girsin” görüşünde…
Kürtlerin yüzde 23’ü “bağımsız Kürt devleti kurulmasından” yana. Hemen hemen her beş Kürt’ten biri bağımsız devlet istiyor…
Oysa, üç yıl önce bağımsız Kürt Devleti isteyenlerin oranı yüzde 6. Üç yılda yüzde 6’dan yüzde 23’e yükseliyor…[25]
Tam da bu koordinatlardaki politik duruş ve tercihleri, devlet terörünün boy hedefine dönüşen Kürtlere ilişkin olarak Adalet Bakanı Sadullah Ergin, KCK operasyonları kapsamında 992’si tutuklu olmak üzere 2 bin 146 kişinin yargılandığını belirtti. Yargılananların 274’ü “seçilmiş” kişilerden oluşuyor.
AKP iktidarının sürdürdüğü KCK operasyonlarının ardı arkası kesilmedi. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, KCK çerçevesinde Kürt siyasetinden 6 bin 300’ün üstünde tutuklu ve gözaltı olduğunu ifade ederek içeridekilerin profilleri ile ilgili şu bilgileri veriyordu 17 Şubat 2012’de; “6 milletvekili; 94 gazeteci ve 30 gazete dağıtımcısı; 36 avukat; 31 belediye başkanı; 7 belediye başkan yardımcısı; 5 belediye başkanvekili; 183 parti yöneticisi; 28 parti meclisi üyesi; 6 MYK üyesi; 2 eşgenel başkan yardımcısı; 400’e yakın öğrenci… Öte yandan, 140 sendikacı gözaltına alındı; 49’u hâlen savcılıkta ifadelerini veriyor. Gözaltına alınan ve tutuklananların bir bölümü ise parti üyeleri, sempatizanlar ya da bizimle hiçbir örgütsel bağı olmayan vatandaşlardır…”
“İyi de Kürtler ne istiyor” mu?
Demokratik Toplum Kongresi (DTK), Eşbaşkanı Aysel Tuğluk, Kürt sorununun küresel bir sorun olduğunu vurgusuyla, “Yeni anayasa, gerçekten yeni bir anayasa olacaksa, bu anayasada Kürtlerin statüsü sorunu mutlak bir surette çözüme kavuşturulmalıdır… Türkiye Cumhuriyeti devleti, yurttaşlarının farklı kültürel-inançsal-etnik kimliklerini tanır, zenginlik olarak görür ve kendilerini ifade edebilmelerini ve geliştirmelerini güvence altına alır” sözleriyle formüle ediyor.
“Özerklik, bir savaş ilanı değil, barış ilanıdır. Aynı zamanda bütün Türkiye’ye taahhüttür: Biz bölünme diye bir şeyi tarihi olarak bitirdik. Kürtler, özerklik ilan etmekle birlikte yaşamanın taahhüdü altına girmiştir,” diyen Selahattin Demirtaş, birden fazla devletin oluşmasından yana olmadıklarını belirterek ekliyor: “Bu ülkede birden fazla dil ve halk vardır. Bunların birlikte yaşamasının formülü demokratik özerkliktir…”
Nihayet Diyarbakır’da Kürt sorununun çözümüyle ilgili düzenlenen ‘Ortak Akılla Birlik’ toplantısında açıklanan ‘Ortak Duruş Deklarasyonu’nda, “Bizler açısından Kürt ve Kürdistan sorunu, Kürdistan coğrafyasında Kürtlere idari-siyasi statü verilmeden çözülemez” denildi.
İÇERİDEN, DIŞARIYA TÜRK(İYE) SİYASET(SİZLİĞ)İ
İçerideki totaliter İslâmizasyonun, dışarıya taşan neo-Osmanlıcı Türk(iye) siyaset(sizliğ)ine gelince…
Bu konuda “Arap Baharı ve Suriye bağlamında oluşan sorunların çözümünde, Türkiye gerçekten ‘oyun kurucu’, ‘bölgenin süper gücü’, ‘düzen kurucu’, ‘sorun çözücü’ ve ‘etki alanını genişletme kapasitesine sahip’ bir aktör mü?” sorusunu dillendiren E. Fuat Keyman’a verilecek yanıt elbette “Hayır”dır…
Aynı konuda ‘Le Monde’, Türkiye’nin dış politikası ve komşularla ilişkisinin ele alındığı Guillaume Perrier imzalı, ‘Yeni Bir Bölgesel Düzen Hayali Yok Oldu’ başlıklı analizde, “Türkiye’nin dış politikasının başarısız olduğu ve bugün her sınırında bir komşusu ile sorunu olduğu” kaydederken; M. K. Bhadrakumar da net biçimde ortaya koyuyor: “Erdoğan’ın, Washington’ın alet çantasına ait olduğunu kabul etmekten başka çaresi yok…”[26]
Megaloman iddiaları karaya oturan AKP için “Ortadoğu’da ve özellikle de Suriye’de yaşananlar Ankara’nın arzuladığı yönde gelişmedi. Hükümete genelde destek veren Mehmet Barlas’ın bile belirttiği gibi, ‘Bundan sonra Suriye’ye ilişkin gelişmelerde kimin ne yapacağını tahmin etmeye çalışırken, uluslararası siyasetin gerçeklerini hiç unutmamamız gerekiyor. Türkiye Amerika gibi global ölçekte bir süper güç değil.’ Açıkçası, Ankara’nın elinde Suriye’deki siyasi senaryonun AKP’nin arzularına göre şekillenmesini sağlayacak gücü yok.”[27]
Tam da bu nedenle ‘The Guardian’ın Ortadoğu muhabiri Martin Chulov, Suriye’de geri dönülemeyecek bir noktaya gelen krizden en kötü etkilenecek ülkelerden birinin Türkiye olduğuna dikkat çekiyor.
Muhammed Nureddin’in, “Türkiye, Soğuk Savaş dönemindeki dış politikasına dönüyor,”[28] diye betimlediği tabloda, “BOP”un (ya da “Pax-Americana”nın) piyonuna dönüşen AKP’nin (Ahmet Davutoğlu imzalı) “komşularla sıfır sorun politikası”, sonuçta koca bir sıfıra eşitlenirken; “sıfır sorun, sırf sorun” oldu!
Şunun altı defalarca çizilmelidir; AKP, T.“C” tarihinin en kararlı ABD işbirlikçisidir…
ABD ile Türkiye’nin ilgilendiği pek çok konunun örtüştüğünü söyleyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türk-Amerikan ilişkilerinin stratejik önemini daima koruduğunun altını özenle çizerken; ABD yönetimine yakın düşünce kuruluşunda görev yapan Michael Werz, “İlişkilerde en sıkı dönem” vurgusuyla ekliyor:
“Erdoğan ve Obama arasında çok sıkı ilişkiler var. Birkaç yıl içinde Barack Obama Türkiye’yle ABD arasında çok güçlü bir stratejik işbirliği oluşması amacıyla akıl kullanmış ve bu alanda ciddi bir yatırım yapmıştır.”
ORTADOĞU GERÇEĞİ VE T.“C”
Z. Brzezinski’nin, “Türkiye demokratik yönetimiyle Ortadoğu’da istikrarın oluşmasında önemli rol oynamaktadır. Din farkı olsa da Batı’nın bir parçasıdır… Türkiye, NATO’da Almanya, İngiltere ve Fransa’dan sonra en önemli oyuncudur. Türkiye İran’a bir model olacaktır. Ortadoğu için bir denge unsurudur,”[29]tanımlamasındaki piyon rolüyle T.“C”, Dışişleri Bakanı Prof. Ahmed Davutoğlu ile Ortadoğu’nun “sahibi olmaktan” söz etti.
Bu çok önemliydi; bir niyeti, eğilimi, tercihi dillendiriyordu…
Bu tutum ile T.“C”, dünyayla büyük sorunları olan bir ülkeye dönüştü…
Ankara’nın bölgedeki “en yakın” değil, “tek” ortağı Barzani. Çünkü Bağdat’la ilişkiler berhava edildi. Bir zamanlar Irak’taki her kesimle iyi münasebetler içinde olmakla övünen Türkiye’nin, daha ABD ülkeden çekilmezden önce izlemeye başladığı Sünni yanlısı müdahil politikalar nedeniyle “Şii Irak” yabancılaştırıldı.
Suriye malum… Türkiye kendi kendisini köşeye sıkıştırmış durumda. Müslüman Kardeşler’in ülke bütününde iktidar olmadığı her durumda Ankara’nın işi zor.
İran’la örtülü bir “soğuk savaş” hüküm sürüyor…[30]
Bu tabloda Suriye’nin BM Daimi Temsilcisi Beşar Caferi, BM Güvenlik Konseyi’ne yazdığı 2 Ağustos 2012 tarihli mektupta, “Türkiye kendi topraklarında İsrail, ABD, Suudi Arabistan ve Katar’ın istihbarat servislerinin yönettiği askeri operasyon merkezleri kurdu. Bu merkezler, Halep ve Suriye’nin öteki şehirlerinde Suriye halkına karşı teröristlerin yürüttüğü savaşı ve büyük gruplar hâlinde Suriye’ye giren teröristlerce gerçekleştirilen katliamları denetlemek için kullanılıyor,” derken; Suriye’deki ayaklanmanın militarize olmasıyla bir ‘Lübnanlaşma’ senaryosuyla karşı karşıya olduğu uzun zamandır söyleniyor. ‘Lübnanlaşma’ başlığı altında tarif edilen basitçe bir iç savaş ya da mezhepsel temelde bir iç çatışma değil. ‘Lübnanlaşma’, farklı etnik ya da mezhepsel kökenli silahlı güçlerin emperyal ya da bölgesel aktörlerin sponsorluğunda birbiriyle uzun süreli bir yıpratma savaşına girdiği bir durum…
Suriye’de yaygınlaşma temayülü gösteren mezhepçi şiddete dur demek için zulme karşı başkaldıran ahaliye değil, öncelikle Esad’a ve halk hareketini jeostratejik çıkarları için bir koza dönüştürmek peşindeki mezhepçi Katar, Suudi Krallığı ve evet Türkiye’ye “Dur” demek gerekiyor.[31]
Bu arada İran ve Irak ile derinleşen soru(n)lara gelince: ‘Bilgesam’ yayımladığı raporda, “İran, Türkiye için de tehdittir… Türkiye, İran’a zaman kazandırmamalı,” derken; AKP Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan, İran’ı açıkça ve ağır bir dille eleştirip, “İran’ın, Suriye’yi ön savunma hattı olarak gördüğünü” belirtti![32]
Ayrıca “Bütün dikkatlerin Suriye üzerinde toplandığı bir ortamda, Irak yeni bir kriz odağı oluyor. Özellikle Türkiye için…
Bu arada Başbakan Erdoğan ile El Maliki arasında bir söz düellosu başladı. Irak lideri Ankara’yı ülkesinin iç işlerine karışmakla suçladığı gibi Türkiye’nin ‘bölgede bir düşman ülke’ olarak görülmekte olduğunu iddia etti. Bu yetmezmiş gibi Irak Dışişleri Bakanlığı Bağdat’taki Türk büyükelçisini çağırıp Ankara’yı müdahaleleri konusunda uyardı…
Şimdi gelinen noktada açıkçası Ankara ile Bağdat’ın arası açık. Bir komşu ülke ile daha hâlen gerginlik var. Halkın geniş kesimiyle değilse bile, bugünkü yönetimi ile…
Bu olayın ortaya koyduğu gerçeklerden biri de, Irak’ın artık Türkiye ile İran arasındaki rekabetin yeni bir alanı hâline gelmekte olduğudur. Böylece Suriye’den sonra Irak krizi de Ankara ile Tahran’ı karşı karşıya getiriyor.”[33]
Tablo bu ve daha da kötüleşecek kuşkusuz!
“SONUÇ YERİNE”: NE YAPMALI(YIZ)?
Yavuz Ekinci’nin, “Toplum olarak bakıyoruz ama görmüyoruz, tanık oluyoruz ama anlamıyoruz. Sadece susuyoruz. Toplumsal körlük ve sağırlığı anlamış değilim. Bu tepkisizlik ve sessizlik hayra alâmet değil,” saptamasıyla betimlenmesi mümkün olan verili tablo yeterince karanlık ve “kötü” olsa da; tarihi üretenin kötü yanı olduğu unutmadan radikal sosyalizmin yaratıcı yıkıcılığını, cüretini ve devrimci romantizmini yeniden anımsayıp/ anımsatmalıyız.[34]
Gerekli ilk adım budur; yani “11. Tez”ci radikal sosyalist cüreti yeniden önemseyip, önemsetmek…
Kendini önemsemeyenleri, çözümün iradesinde ve uhdesinde olduğundan şüphe duyan, bunu “tartışan” bir başkaldırının geleceği, umudu olamaz…
Tam bu noktada Jean Paul Sartre’ın, “Hayal gücümle kanatlanıp uçtuğumda, asıl yakalamak istediğim şey gerçeklikti.” “İnsanın haktan ve özgürlükten ne anladığı, kendisine ve başkasına yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir.” “İnsan bir kötülüğün üstesinden ancak bir başka kötülükle gelebilir.” “İnsan, uğrunda ölümü göze alabileceği bir şey bulmadığı müddetçe, insan değildir,” uyarılarını anımsamak gerek…
Yeniden göze almak gerekiyor.
Göze almak, diyetini ödemeye veya Kazancakis’in satırlarındaki üzere “çarmıha çivilenme”ye hazır olmaktır…
Hayata dokunmayan, radikal sosyalizmin iddialarının gerekliliklerine sırt dönen bir tarz-ı siyasetin yolumuzu açması (İstanbul’da Beyoğlu ya da Ankara’da Sakarya dışında!) mümkün ve muhtemel değildir.
Bugün hayatta hiçbir karşılığı kalmayan reel sosyalizmdense, radikal sosyalizme muhtacız!
Bugün müzakere masasından çok sokağı, parlamentodan çok alanları, uzlaşmalardan çok reddiyeyi önemseyen mücadeleci bir sosyalist anlayışa muhtacız!
Bugün tüm siyasal aktörlerin AKP tarafından biçimlenen siyasal-toplumsal-kültürel-ideolojik atmosfere dahil (ve teslim) olduğu ve AKP iktidarına, onun temsilcisi olduğu, temsil bir yana, onun imal ettiği değerler (“manevî değerler”, “liberal/hoşgörü (!) iklimi” vb.)  çerçevesinde kalarak muhalefet ettiği siyasal iklimi kökünden değiştiren bir sosyalizm tahayyülüne muhtacız!
Bugün “halkımızın değerlerine saygılıyız” ılımanlığına sığınmaktansa, halkının, emekçilerin neo-liberal/muhafazakâr/kayırmacı AKP’nin iktidarında geçirmekte olduğu başkalaşımı “Anne bak, kral çıplak!” içtenliğiyle haykıran köktenci eleştirel bir sosyalizme muhtacız!
Bugün bireysel özgürlüklerle sömürüden kurtuluşu, kimlik talepleriyle emeğin taleplerini bağdaştırabilen, ama müttefiklerini kafa sayısıyla, kapı ardı pazarlıklarıyla değil, sürdürülemez kapitalist rejimi yıkma iradesine göre belirleyen bir sosyalist örgütlenmeye muhtacız!
Chuck Palahniuk’un, “Gelecek ne zaman vaat olmaktan çıkıp bir tehdit unsuru hâline geldi?” sorusundaki üzere dünya kalkıp göçerken; Saint-Just’un, “Bugünün düzeni yarının karmaşasıdır,” uyarısına kulak vermek; gereğini yerine getirmek dışında her şey nafile ile iştigal etmektir!
Bu bağlamda Attilâ İlhan’ın, “Memleket bir kurtlar sofrasına döndü mü, isyan haktır”; Felicite de Lamennais’ın, “Özgürlük, halkların ancak alın teriyle kazanabilecekleri bir ekmektir”; Ursula K. Le Guin’in, “Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim’i satın alamazsınız. Devrim’i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır, ya da hiçbir yerde değildir,” sözlerindeki kararlılığın özgürlüğüne muhtacız…
Özgürlük, “ben bilirim”ci lafazan bireycilik değil; “11 Tez”in toplumsal sorumluluğudur;[35] Ursula K. Le Guin’in ifadesiyle, “Özgürlük ağır bir yüktür”!
“Özgürlük bizi “ben” olarak bütün dünyaya bağlayan enerjidir. Özgürlük belirginlikte, kesinlikte, şöyle ya da böyle olmayışta, kısaca tutarlılıkta kendini gösterir. Özgürlük bilinci her şeyden önce bir tutarlılığın bilincidir. Ancak belli amaçları olan ve bu belli amaçlarına ulaşmak adına kendine söz geçiren insan özgürdür. İnsan kendi gereklerine uyarak kendini ve insanı yaratır. İnsan olmak kendi ile ve başkaları ile ilgili sürekli yaratma edimine katılmaktır.”
“İnsan ne kadar kendiyse, buna göre insanlığa ne ölçüde bağlanmışsa, ne ölçüde tarihe, insanlığın tarihine yerleşmişse ya da kısacası insanla ne ölçüde bilinç düzeyinde içli dışlı olmuşsa o ölçüde özgürdür, ne ölçüde kendi yasalarına göre davranabiliyorsa o ölçüde özgürdür. Bireysel insan olmanın yasaları elbette evrensel insan kavrayışında içkindir. Buna göre insan evrensel boyutlarda düşünebildiği ve eylemde bulunabildiği ölçüde özgürdür. Gerçek özgür insan kendinde insanlığı taşıyan, insanlıkta yerini alabilmiş insandır.”[36]
Sözünü ettiğim insan, sürdürülemez kapitalizmin sınırlarındaki “başkalaşımlara” (ki buna “radikal demokrasi”, “demokratikleşme”, “mutabakat”, “diyalog”, “ortak çıkar”, “yetmez ama yan cebime koy”, “yeni dil”, vd’lerine) “Evet” deyip, ufkunu bunlarla sınırlamadan insanın insana kulluğunun (ücretli köleliliğin) aşılmasını “olmazsa olmaz” olarak formüle eder.
Bu uğurda da V. İ. Lenin’in, “Kendiliğindenliğe daha az boyun eğin ve kendi eylemini yükseltmeyi biraz daha çok düşünün”[37] uyarısını kulağına küpe ederek; teorisizmin, kalıpların, doğmaların hiçbir versiyonuna buyun eğmez; bağlanmaz.
Çünkü bilir ki Johann Wolfgang von Goethe, “İnsan aklı sınır tanımaz,” derken; Voltaire de ekler: “Tarihteki her gerçek ve teori bir noktada revize edilmiştir…”
Hayır; teorik ve pratik olarak yani düşünce ve davranış düzleminde “olduğumuz gibi olmak”la sınırlanamayız; hep olması gerektiği gibi olmaktır hedef…
Kolay mı?
Tam da bunun için Theodor W. Adorno, “Burjuvazi hoşgörülüdür oysa: İnsanları oldukları gibi sever; çünkü onların olabileceklerinden nefret etmektedir”; Ursula K. Le Guin, “Değişme özgürlüktür, değişme yaşamdır”; Yaşar Kemal, “Hayat umutsuzluktan umut yaratmaktır,” derler.
Egemen şiddetin dört yanımızı sardığı bir dünyada; bunun tek sorumlusunun sürdürülemez (çürüyen kokuşan) kapitalizm olduğundan şüphe duymadan; Michael Mann’ın, “Önceki çağlarda belki insanlar bizden çok daha zalimdi, mesela halka açık alanda işkence ve idam daha yaygındı. Biz modernler ise dolaylı yollara başvuruyor, duyguları işe karıştırmadan uzaktan öldürmeyi tercih ediyoruz. Emniyetli bir yükseklikten bomba bırakıyoruz, ama balta ve kılıçla yapılan katliamlar karşısında dehşetten donakalıyoruz,”[38] uyarısındaki realiteyi kavramalı/ kavratmalıyız…
14 Eylül 2012 19:10:46, Ankara.
N O T L A R
[1] 16 Eylül 2012 tarihinde Devrimci 78’liler Federasyonu’nun Ankara’da düzenlediği ‘12 Eylül ve Bugünkü Siyasal Durum Üzerine’ başlıklı panelde yapılan konuşma… 18 Ekim 2012 tarihinde Ankara Özgür Üniversite’deki derste sunulan metin… Kaldıraç, No:136, Ekim 2012…
[2] Turgut Uyar.
[3] Onur Aksoy, “12 Eylül Faşizmi AKP ile Devam Ediyor!”, http://www.sendika.org, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=47775
[4] Hüsnü Arkan, Mino’nun Siyah Gülü, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2011
[5] Esra Açıkgöz, “… “Efendi” Değişti, Kıyım Aynı”, Cumhuriyet Pazar, No:1360, 15 Nisan 2012, s.4.
[6] Another Empire? -A Decade of Turkey’s Foreign Policy under The Justice and Developtment Party, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2012.
[7] Ergin Yıldızoğlu, “Normalleşme – Arınma”, http://www.sendika.org, 15 Mart 2012.
[8] Ahmet İnsel, “Türk Sağının AKP Hâli”, Radikal İki, 6 Mayıs 2012, s.6.
[9] Orhan Kemal Cengiz, “AKP ve Militarist Ruh”, Radikal, 16 Ocak 2012, s.11.
[10] Özgür Mumcu, “Bugün Bir Goebbels Kolay Yetişmiyor”, Radikal, 9 Ağustos 2012, s.10.
[11] Barış İnce, “Has Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş: Eğer 28 Şubat Olmasaydı AKP de Kurulamazdı”, Birgün, 28 Şubat 2012, s.6.
[12] “Türkiye 100 Adet F-35’i 16 Milyar Dolara Alacak”, Milliyet, 7 Nisan 2012, s.27.
[13] Can Semercioğlu, “XXI. Yüzyıl Türkiye’sinde Toplum Mühendisliği”, Birgün, 29 Mart 2012, s.10.
[14] Sedat Ergin, “Yargıtay Başkanı’nın Gözünden Otoriterleşme”, Hürriyet, 5 Eylül 2012, s.14.
[15] Umur Talu, “Madem Öyle, Bir de Böyle!”, Haber Türk, 1 Mayıs 2012, s.14.
[16] Oral Çalışlar, “Kadın Erkek Güreşinden Türeyen Muhafazakârlık”, Radikal, 22 Mayıs 2012, s.8.
[17] “Yüzde 27 Beş Vakit Namaz Kılıyor Yüzde 23 Camiye Gitmiyor”, Milliyet, 10 Ağustos 2012, s.19.
[18] Ahmet İnsel, “Mütedeyyin Okullar Reformu”, Radikal, 17 Temmuz 2012, s.15.
[19] Muhammed Nureddin, “Türkiye’de Kürt Meselesi: Düğümü Kim Çözecek?”, Şark, 22 Ekim 2011.
[20] Ezgi Başaran, “Neymiş Bu Kürt Sorunu Yahu, Göremiyorum!”, Radikal, 29 Şubat 2012, s.6.
[21] “Uludere’den Sonra Halkın Tavrı Değişti”, The Economist, 9 Haziran 2012.
[22] Aysel Tuğluk, “Yıldıray Oğur’a Açık Mektup: Duygudaşlık Bitti, Bölünüyoruz Biz…”, Taraf, 13 Eylül 2012.
[23] “Kürtlerle Şiddet Dolu Bir Dönem”, The Economist, 18 Ağustos 2012.
[24] Hamza Aktan, Kürt Vatandaş, İletişim Yay., 2012.
[25] Yalçın Doğan, “Asıl Sorun: Her Beş Kürt’ten Biri”, Hürriyet, 28 Temmuz 2012, s.12.
[26] M. K. Bhadrakumar, “Suriye İpi İsrail’in Elinde”, Asia Times, 24 Temmuz 2012.
[27] Semih İdiz, “Ortadoğu Politikamız Zorda”, Milliyet, 14 Nisan 2012, s.22.
[27] Muhammed Nureddin, “Türkiye’nin Dış Politikası Futbol Gibi”, Şark, 26 Mayıs 2012.
[28] Güngör Uras, “Brzezinski: Din Farkı Olsa da Türkiye Batı’nın Bir Parçasıdır”, Milliyet, 3 Mayıs 2012, s.8.
[29] Kadri Gürsel, “Ankara’nın Tek Ortağı Barzani”, Milliyet, 26 Nisan 2012, s.27.
[30] Foti Benlisoy, “… ‘Lübnanlaşma’ ya da Suriye’de Asıl ‘Teröristler’ Kim?”, http://www.sendika.org, 9 Ağustos 2012.
[31] Erdem Gül, “Suriye’nin Arkasındaki Asıl Güç İran”, Cumhuriyet, 3 Temmuz 2012, s.8.
[32] Sami Kohen, “Şimdi de Irak Krizi”, Milliyet, 25 Nisan 2012, s.21.
[33] “Yıkma güdüsü, aynı zamanda yaratıcı bir güdüdür.” (M. Bakunin, “Almanya’da Gericilik”, 1842.)
[34] “Her birey ancak başkalarıyla topluluk içinde yeteneklerini her yönde geliştirme olanağını elde eder. Bundan ötürü, kişisel özgürlük ancak toplulukta olanaklıdır.” (K. Marx.)
[35] Afşar Timuçin, Özgür Prometheus, Bulut Yay., 1997, s.24-25/21.
[36] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 2004, s.79.
[37] Michael Mann, Demokrasinin Karanlık Yüzü-Etnik Temizliği Açıklamak, Çev: Bülent O. Doğan, İthaki Yay., 2012.

Yorum bırakın