ARTIK HATIRLAMA VE UNUT(TUR)MAMA ZAMANI


“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
– Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
– Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine’dir.”[2]
İçinden geçtiğimiz kesitin Türkiye’sindeki “gündelik hayat” ile “bilinci”ni; Ayfer Tunç’un, “Neyin doğru, neyin yanlış olduğundan artık emin değiliz,”[3] saptamasıyla gayet anlamlı bir biçimde betimlediği kanaatindeyim…
Resmi ideolojik karmaşa/ kaos, kitleleri duyarsızlaştırıp, sıradanlaştırarak körleştiren “gündelik bilinç” ile tarihi alt üst eden mistifikasyonların yalanlarına sarılırken; Goethe’nin, “Vatan, hem hiçbir yerdedir, hem de her yerdedir” gerçeğini hasır altı eder…
Hasıraltı edilen, edilmek istenen gerçeklerden birisi de “Ermeni Soykırımı”na yol açan “24 Nisan 1915” faciasıdır…
Söz konusu faciayı konuşabilmek, egemen tabulara el atmaktır; yani cüretkâr bir iştir…
Çünkü “Ermeni Sorunu” ile ilişkin tabunun üç boyutu vardır. i) Soykırım, ii) El konulan değerler (emval-i metruke) ile iii) Alıkonan kadın ve çocukların devşirilmesi… Bu üç boyut da, sermayenin Türkleştirilmesi kişiliğinde resmi tarihin (ve Türk(iye) kapitalizminin) tabusudur.
Görülmesi ve hesaplaşılması gerek: Coğrafyamızın kadim Hıristiyanları ve Ermeni halkı 1915’te büyük bir soykırıma uğrayıp bu coğrafyadan “silinmişlerdir”.
Şimdi bu tarihi gerçekle, resmi ideolojik dayatmalara karşın hesaplaşma zamanıdır.
Hem de Bertrand Russel’ın şu uyarısını durmadan anımsayıp/ anımsatarak: “Okullarda çocuklara okutulan tarih kitaplarının o ülkenin tarihçileri tarafından değil, başka bir ülkenin (hatta düşman ülkenin) tarihçileri tarafından yazılmışlardan okutulması önerisi dinleyenin kulağını sızlatabilir, ama ‘tarih’ işte o zaman yıllar süren ve hep ‘bizim’ kazandığımız kanlı bir savaş (masal) olmaktan çıkar… İşte o zaman bize karşı pencereden bakan komşunun ‘öcü’ olmadığını, onun da bizim gibi aşamalardan (okullardan) geçip tam da devletinin istediği gibi bir koyun (pardon özür diliyorum.. tamamen ‘vatandaş’ demek istemiştim oysa) olduğunu ve tarihte kazanan büyük hükümdarın ‘savaşlarda galip gelen değil’ aksine halkına ‘en uzun barışı’ yaşatan küçük insanlardan olduğunu öğrenirdik.. ve lâkin mürekkeple değil kanla yazılıyor tarih dünyanın bütün devletlerinde…”
24 NİSAN NEDİR?
“Etnik kimlik,
etnik temizliğin reçetesidir.”[4]
Her 24 Nisan Ermeniler için başka başka duygularla ve muhakemelerle yaşanan bir tarihtir. Bu tarih “kılıç artığı” diye tabir edilen, hayatta kalanların, evlatları, torunları için bir takvim yaprağı olmaktan öteye geçer, hakikâtlerini, bugünkü durumlarını, içlerindeki kederi, “keşke”lerini, hep bu kara tarih inşa etmiştir. “Hayatta kalmayı başarabilenler”, hayata çok eksilerek yeniden başlamak zorunda kalmışlardır. Geride kalanlar, bedenen olmasa da, her biri ruhsal ve psikolojik bir yok edilişe maruz kalmışlardır. Var kalışları her daim yokluklarına, kaybettiklerine ayna tutar olmuştur.
Kimi Müslüman olup kendine Türk kimliğini edinip, yaşarken hakikâtini, yani asıl kimliğini mezara gömmüştür, daha doğrusu devam edebilmek için mezara gömmek zorunda kalmıştır. 1915’de sonlanan hayatları, yine 1915’de başlayan farklı bir ömürle devam eder. Kimisi ise kimliğine yeniden sarılabilmek için “yokluğunu” varlığının karşısına alıp, var gücüyle mücadele etmiştir. Bir kısmı da imkân bulup göç etmiştir doğup, büyüdükleri topraklardan, bir daha dönmemek üzere.
Evet, çok acı bir tarihtir 24 Nisan, hani öyle “soykırım”, “katliam”, “mezalim”, “fecaat”, “kırım” gibi tek kelimeye sığdırılamayacak kadar elem doludur. İşin en acı yanı da dünyada hiçbir Ermeni yoktur ki bu acıdan kendini muaf tutabilsin. Acı kimliğin, aidiyetin bir parçası hâline gelmiştir.
Tekrar pahasına sorup, yanıtı da Ragıp Zarakolu’ya bırakalım: “24 Nisan’da ne mi oldu? O meşhum gece Osmanlı Ermeni toplumunun gözbebeği olanlar, İçişleri Bakanı Talat’ın emri ile, İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından toplu hâlde gözaltına alındılar. Aralarında milletvekilleri, şairler, gazeteciler, yazarlar, yayıncılar, öğretim üyeleri de vardı. Bütün Ermeni toplumunu 1896 Hamidiye kıyımlarının yineleneceği korkusu sarmıştı. Beteri oldu. Bir halk binlerce yıl yaşadığı coğrafyadan kazınarak temizlendi.
Toplu olarak gözaltına alınanlar Ankara Ayaş ve Çankırı”ya gönderildiler. Gözaltına alındılar. Yargılanmadılar. Serbest bırakılıyorsunuz diye salındıkları yollarda, o zamanın Gladio örgütleri tarafından vahşice katledildiler.Yani tipik yargısız infaz olayı… Yani tipik kayıp olayı… Yani tipik yargısızlık ve cezasızlık olayı…
Ve bu yöntemler ülkemizde ne yazık ki yol oldu. Dersim 38’i yaşadık, 6-7 Eylül’ü yaşadık, Maraş’ı yaşadık, 1993 sonrası kirli savaşı yaşadık…Tarihle yüzleşmediğimiz için bütün bunlar Türkiye toplumunun kaderi oldu.
Bunun için soykırım gerçeği yüzleşmesine Ermenilerin değil bizim ihtiyacımız var.”[5]
Yeri geldi hatırlatmadan geçmeyelim: İttihat ve Terakki zihniyeti Osmanlı’dan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları ve günümüze kadar devam eder. Bu gün de Kürtleri inkâr ve imha politikasıyla bu düşüncenin hâlâ sürmekte olduğunu görmekteyiz…
Bugün ile arasında paralellikler kurulabilecek bir tarihtir 24 Nisan 1915… Bu topraklarda acılı bir günün, kanayan tarihin adı olarak süregelmektedir. 1912’de başlayan (elbette bu topraklarda acılar 1912 ile başlamadı, çok daha öncesi 1841’den, Bedirhan’lardan günümüze değin, bu tarihi bilgileri tarihçilere bırakıyorum) 1922’e kadar devam eden acıların miladında mevsim borandı. 1. Dünya savaşının başladığı yıllar…hatta daha da öncesinden bitmek bilmeyen uzun yıllara yayılan Tehcir ve acının rengi…
II.Abdülhamid’in yönetimi döneminde Gayrimüslim Asuri (Süryani), Ermeni, Rum ve Hıristiyan olmayan Yezidilere karşı başlayan saldırılar.. Yaşanan bu büyük acıda çoluk, çocuk, kadın demeden yok edilirler birer birer. 1.5 milyon insanı etkileyen bu olay o dönemde Avrupa’da fazla bilinmeyen Asuri halkı, yürütülen politikalardan derinden etkilenir.
Osmanlı’nın son dönemlerinde ise, kendi kaderlerini belirlemek isteyen pek çok ulus vardı. Fakat Osmanlı, Balkanlarda yaşadığı travmadan sonra Anadolu’yu tertipleştirmeye yönelir.1914 yılında da Enver Paşa döneminde Ruslarla olan savaş kaybedilince önce İslâmlaştırma, sonra Türkleştirme ile Hıristiyan halklara karşı saldırıya geçilir.
Devlet egemenliğini ele geçiren Turancı İttihat ve Terakkiciler, imparatorluğun Hıristiyan halklarına mono-etnik bir devlet yaratmak için sistemli bir şekilde bu acıyı yaşatmışlardır. Bu proje Türkleştirme harekâtına direnen halkları yok etmeyi öngörür. 1912’den 1922’ye kadar gayri Müslim halklara karşı yürütülen politikalar sırasında Doğu Trakya, Iyonya, Kapodokya ve Pontus bölgelerindeki Helen ile ayrıca Pontuslu Helenler hayatını kaybeder.. Zoraki tehcirin başladığı yıllardı bu yıllar.
1915’de İstanbul’da yaşayan aydın, siyasetçi, sanatçı, öğretmen çeşitli mesleklerden Ermeniler, Ayaş ve Çankırı’ya sürgüne gönderilirler. Sürgüne gittikleri yer de birçoğunun son adresleri olur. 1914’den 1918’e kadar yok edilen Süryanilerin sayısı ise 500.000 ulaşır. Bunlardan 90.000 ile 100.000’i Ortodoks Kilisesi mensuplarıdır.
Ve nihayet Rober Koptaş’ın belirttiği gibi, “24 Nisan 1915’te, İstanbul’da zaptiyelerin ellerindeki listelere göre tutukladığı iki yüzden fazla Ermeni aydınından pek çoğu, hayatları boyunca ellerinde kalemle fikir mücadelesi vermişlerdi.
Çoğunluğu gazeteci, yazar, öğretmen, siyasetçi ve din adamı olan bu insanların yarıya yakını, sürüldükleri Çankırı ve Ayaş’ta katledildi. İlk sürgün grubuna dâhil edilmeyip bir süre daha İstanbul’da kalmasına göz yumulan Krikor Zohrab, Vartkes Serengülyan gibi isimlerse sonraki aylarda onlarla aynı kaderi paylaştı.
(….) Peki, 24 Nisan nedir?
(….) 1915’te Ermenilerin Trakya ve Anadolu’nun bağrından, Sivas’tan, Adana’dan, Diyarbakır’dan, Samsun’dan, Merzifon’dan, İzmit’ten, Çorlu’dan sökülüp atılmasının, topraklarından sürülüp öldürülmesinin, Ortadoğu’da, Avrupa’da, Amerika’da, bilmedikleri diyarlarda yeni hayatlar kurmak zorunda kalmasının yarattığı acıyı simgeleyen tarih 24 Nisan… Dahası, bu acının görmezden gelinmesi, yok sayılması, küçümsenmesi, sayıya vurulması, politikaya alet edilmesi, tarihten silinmeye çalışılması, velhasıl inkâr edilmesi karşısındaki duygusal patlamanın ifadesi”dir![6]
1915’DE NE (Mİ) OLDU?
“Paris’te bir adam öldürülürse,
bu bir cinayettir;
Doğu’da elli bin insan boğazlanırsa,
bu sadece bir meseledir.”[7]
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki 1. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Ermeniler kent, mahalle ve köy olmak üzere 2 bin 925 yerleşim yerinde yaşıyordu ve Ermeni nüfusu İstanbul Patrikhanesi’nin 1913’te yaptığı nüfus sayımında yaklaşık 2 milyondu. Ermenilerin 1.996 okulu, 173 bin erkek ve kız öğrencisi, 2 bin 538 kilise ve manastırı vardı.
Bunun böyle olduğu herkesin malumu olduğu üzere, somut kanıtlarıyla[8] hâlâ orta yerdedir!
1915 yılındaki Ermeni soykırımına gelince; o yıl Van’daki olaylar bahane edilerek İstanbul’da Ermeni toplumunun önde gelenlerinden 235 kişinin tutuklandığı 24/25 Nisan 1915 günü soykırımın resmi başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Bunu 600 kişinin daha tutuklanması izler. Tutuklananların sayısı 24 Mayıs’ta 2 bin 345’e ulaşır.
Ardından, ordu için tehlike teşkil eden Ermenilerin savaş bölgelerinden uzaklaştırılması biçimindeki resmi gerekçeyle 27 Mayıs 1915’de çıkartılan “Vakt-ı Seferde İcraat-ı Hükümete Karşı Gelenler İçin Cihet-i Askeriyece İttihaz Olunacak Tedabir Hakkında Kanun-ı Muvakkat”, yani bilinen adıyla Tehcir Kanunu ile Anadolu’nun her yerinden, Adana, Ankara, Aydın, Bolu, Bitlis, Bursa, Samsun, Çanakkale, Diyarbakır, Edirne, Eskişehir, Erzurum, İzmit, Kastamonu, Kayseri, Karahisar, Konya, Kütahya, El Aziz, Maraş, Niğde, Sivas, Trabzon ve Van’dan Ermeniler sürülmeye başlanır; buna 30.000’i bulan göçmen sayısıyla İstanbul’u da katmak gerekir.
Hemen seferberlik ilan olunur, böylelikle 20-45 yaş arası Ermeniler Türk ordusuna alınırlar. Askere alınan Ermeniler amele taburlarında çalıştırılır, sonra da öldürülürler. Bunu, taşımacılık işlerinde kullanılmak üzere 15-20 ve 45-60 yaş arasındakilerin askere alınması izler. Sonra, erkekleri gönderilen, dolayısıyla korumasız kalan kadın, çocuk ve yaşlılara, her şeyi arkalarında bırakıp gitmeleri için birkaç gün zaman verilir.
Ermeniler kafileler hâlinde toparlanıp yaşlı, hasta, çoluk-çocuk demeden ölüm yolculuğuna çıkarılırlar. Tutuklamalar, işkenceler ve idamlar ülke çapında hızla yürürlüğe konur. Kimi yerlerde insanların yanına eşya almalarına kısmen izin verilir, kimi yerlerde verilmez. Bu arada Müslümanlara da gözdağı verilerek, tek bir Ermeni’yi dahi korumaya kalkışacak olanın kendi evi önünde asılacağı ve evinin yakılacağı ilân edilir. Başlarda bazı bölgelerde din değiştirmeye zorlanırlar, Müslümanlığı kabul edenler sürgüne yollanmazlar. Ancak daha sonra bunu kurtuluş olarak gören Ermenilerin sayısının artması üzerine bu politikadan vazgeçilir.
Öte yandan, boşalan Ermeni köylerine göçmenler yerleştirilir. Bu da bize, tehcir edilenlerin bir daha asla geri dönmeyeceklerinin bilindiğini gösterir.
Bu çerçevede Robert Fisk’in de işaret ettiği gibi, “Enver Paşa’nın Türk ordusu ve milisleri, 24 Nisan 1915’ten başlayarak neredeyse bütün Ermeni cemaatini bir araya topladı, yüz binlerce erkeği katletti ve kadınlarla çocukları Anadolu çöllerine ve bugün kuzey Suriye olan topraklara ölüm yürüyüşlerine gönderdi. İsrail’in en üst düzey soykırım akademisyeni de dâhil olmak üzere uzman tarihçiler, kurşuna dizmenin, organize biçimde boğaz kesmenin, toplu tecavüzlerin ve adam kaçırmaların, hatta ilkel gaz odalarının tümünün sistematik bir soykırım oluşturduğunda ısrar ediyor.[9]
Bilindiği üzere Türkiye’deki uluslaşma sürecinde ve öncesine göz attığımızda şunu net olarak görürüz: Jön Türklerin Ermenilere bakışı aslında Abdülhamit’ten farklı değildir.
İttihat ve Terakki ideologları ve yöneticileri Türkçüdürler, Türkçülüklerini de hiçbir zaman saklamamışlar,
Irkçılığı bir yana bırakalım, liberal olarak tanımlanan Ahmet Rıza Bey olsun, Mizancı Murat Bey olsun İslâmcılığı, Osmanlıcılığı ve Türkçülüğü aynı kategoride gördüklerini ifade etmekten çekinmezler. İttihat’ın genlerinde Türkçülük vardır. 1911 Selanik İttihat ve Terakki Cemiyeti Kongresinde açıktan Türkçülüğü tatbik sahasına koymaktan da çekinmezler.
İttihat ve Terakki Cemiyeti 1911 Selanik Kongresinde tasarladıkları Hıristiyan halkları yok etme planlarını Balkan savaşından sonra açıkça uygulamaya koymaktan çekinmeyecektir. Balkan Savaşı ile devlet, Goltz Paşa tarafından önerilen güvenli sınırlara çekilmenin yanında, İttihat ve Terakki Cemiyeti de politik manevralarını uygulamada olağanüstü bir fırsata kavuşmuştur.
İç fetih olarak nitelendirdiğimiz Hıristiyan halklar üzerinde baskı ve talanın miladı olarak Balkan Savaşı gösterilirse de İttihat ve Terakki’nin Türkleştirme politikası Balkan Savaşındaki yenilgi neticesinde billurlaşmış değildir. İttihat ve Terakki’nin ideolojisi başından beri Türkçüdür, Balkan savaşı sadece bu zihniyetin rahatça ortaya çıkmasının fırsatını verecektir.
Fuat Dündar, İttihat ve Terakki Cemiyetinin 1911 Selanik Gizli Kongresini Türkçü politikaların belirlendiği ve kabul edildiği bir kongre olarak niteler ve bu kongre sonrasındaki gelişmelere dikkat çeker.
Balkan Savaşı 1911 İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Selanik kongresinde kararlaştırılan etnik temizlik planının uygulamaya geçirilmesinin yanında bu savaşla beraber bütün kadrolarını Anadolu’ya taşıma olanağını bulmuştur.
Balkan Savaşı sonrasında Türkçülüğü örten Osmanlıcılık maskesi kaldırılıp Pan-Türkizme açıktan yönelmekte İttihatçıların artık çekingenlikleri kalmamıştır. 1. Savaşa girildiğinde İttihat ve Terakki Cemiyeti için hedef netleşmiştir. Turan Yolu üzerinde önlerine çıkabilecek unsurlara karşı savaş açılacaktır. Artık İttihatçıların hayallerini savaşa katılmadan çok önce görmeye başladıkları Turan Ülkesi süslemektedir. Daha savaş başlamadan Turan yolunu temizlemeye girişmekten kendilerini alamazlar. Savaş ittihatçılara ayak bağı olabilecek unsurlardan ya da düşmanın beşinci kolu olarak görülen Hıristiyanlardan, özellikle de Rum ve Ermenilerden kurtulma imkânı vermektedir.
Turana gidilebilmesi için önce Rusya’nın Turan yolundan temizlenmesi gerekir. Turan yolunda kendilerine ayak bağı olabilecek bir diğer unsur da Ermenilerdir. Hele bir Ruslar temizlensin sıra onlara da gelecektir Osmanlı daha savaşa dahil olmadan Rusya’ya Teşkilât-ı Mahsusa birlikleriyle seferler düzenlemektedir.
Ancak Enver Paşa’nın ırkçı hayalleri üzerine kurulan Kafkasya seferi 1914’ün son günlerinde korkunç bir başarısızlıkla sonuçlanır. Sarıkamış’ta hemen hemen bütün ordu (90.000 asker) kış fırtınalarında yok olur. Rus ordusu Doğu Anadolu’ya girmeye başlar. İttihatçılar, cephede büyük bir bozguna uğrayarak geri çekilmeye mecbur kalmalarının öfkesi ve acısın içerideki Ermeni vatandaşlarından çıkaracaktır.
Ermenilerin ayrıca imparatorluğun en zengin topluluklarından olması da iştahı kabartan ayrı bir etkendir. Ermenilere 1894-96 ve 1909 Adana katliamlarıyla bir miktar Ermeni zenginliğine el konulsa da Ermeniler hâlâ ekonomik olarak güçlüdürler. İmparatorluk nüfusunun Türkleştirilmesi yanında sermayenin de “Türk”leştirilmesi gerekmektedir.
Mustafa Kemal de Adana’daki bir konuşmasında, bu olguyu vurgular: “Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiç bir hakkı yoktur. Memleket sizindir.”
Hem bölgedeki yerel unsurlar 1894-1896 katliamlarından tecrübe kazanmış, İttihatçılar da 1909 Kilikya Katliamında başarılı toplu yok etme provalarını gerçekleştirmişlerdi.
İttihatçı diktatörler cephedeki ağır yenilgiden sonra daha önceden hazırladıkları planı savaşın izolasyon koşullarında kolayca yürürlüğe koyabileceklerdir. Tüm Ermenileri vatan hainliğiyle suçlayıp ortadan kaldırmaya karar verilerek, plan yürürlüğe konulur. 24 Nisan 1915 günü Ermeni önderler tutuklanarak ölüme yollanır. Erkekler askere alındığından silahsızlandırılarak katledilir. Savunmasız kalan Ermeni halkının ölüm yolculuğuna çıkarılması artık kolay olacaktır. Devlet bir anlamda halkının bir kesimine savaş açmıştır. Savaş içinde iki milyon civarındaki Ermeni varlığından eser kalmayacaktır. Ermenilerin savaş içinde devletleri tarafından gördüğü muamelenin özeti Soykırımdır. Ermeni halkı bu coğrafyadan kazınmıştır.
Tehcir adı altında Ermeni halkı aç ve susuz ölüm yolculuğuna çıkarıldı. Rahip Peter Balakian’ın ifadesiyle göçer toplama kamplarına tabi tutuldu. Talat Paşa’nın iradesiyle hiçliğe sürülen Ermeniler, Teşkilât-i Mahsusa çeteleri, başıbozuklar, adları değişmiş Hamidiyeler, Adalet Bakanlığı emri ile hapishanelerden çıkarılmış katillerin, hemen şehir dışında başlayan saldırılarına maruz kaldılar.
Dr. Alexander Keshishian’ın, ‘El Menakişul Arabiye Ve’l Meazirul Ermeniyye’ başlıklı incelemese göre, Türkiye genelinde ve Osmanlı yönetiminde yaklaşık 1736 Ermeni düşünce ve bilim insanından 600’ü 24 Nisan 1915 günü, geri kalanlar da daha sonra öldürülmüştür. Bunların 196’sı edebiyatçı (şair, romancı, tiyatrocu, besteci); 168’i sanatçı (ressam, heykeltıraş); 575’i müzisyen (şarkıcı, dansçı, çalgıcı); 336’sı doktor (tıp doktoru, eczacı); 176’sı üniversite öğretim görevlisi ve üyesi); 160’ı hukukçu (avukat, hâkim ve savcı); 62’si mühendis (mimar ve şehir planlamacısı); 64’ü oyuncu ve yapımcıdır…
1915 Ermeni Soykırımında el konulan maddi değerlere ilişkin Bogos Nubar Paşa Başkanlığındaki Ermeni Ulusal Konseyi’nin 1919 da hazırladığı rapora göre bu değer 19 milyar Fransız frankına (1 Os Lirası=22.8 Fransız Frankı) ulaşmaktadır…
Bunların yanında Hükümetin çıkarttığı özel kanunla Ermenilerin Türk bankalarındaki paralarına da el konulmuştur. Katliamda ölen Ermenilerin (Türkiye’deki yabancı) bankalardaki paralarının ne olduğu, bugüne kadar bilinmemektedir.
6 Şubat ve 27 Şubat 1936 ve tarihli ulusal gazetelerde muhtelif bankalardan TC Merkez Bankasına devredilip Maliyeye intikal ettirileceği belirtilen sahipleri meçhul mevduat ve ayniyatın listesinde Ermeni varlığı çoğunluğu teşkil etmektedirler
Zafer Toprak’ın incelemesinde 1908 ve 1913 arasında ki beş yıllık savaş öncesi dönemde faaliyete geçen anonim şirket sayısı toplam 113’tür, bu şirketlerin sermaye toplamı 10.596.562 Osmanlı Lirasıdır, savaş yıllarında ki dört yıllık dönemde (1914-1918) kurulan şirket sayısı 123’e yükselirken sermaye toplamı da 18.545.000 Osmanlı Lirasıyla neredeyse iki katına çıkmaktadır. Şirket sayısı yükselirken Türk sermayeli şirketlerin sermayesi savaş döneminin başındaki yılın bütçesinin yarısını da aşıyordu. 1914 yılının Bütçesi 35.329.950 Osmanlı lirasıdır.
Bu sayılara yine Zafer Toprak’ın 1919 öncesinde kurulmuş ancak yukarıda zikredilen taramaları sırasında AŞ olarak rastlayamadığı ve 1927 yılında faaliyet gösteren (bunların 1918 sonrası anonim şirkete dönüştüğünü düşünmektedir) 15 adet AŞ’nin 2.294.000 liralık sermayesini de eklediğimizde rakamların daha da büyüdüğünü görürüz.
Bu rakamlara İttihatçıların 1918 yılında 19 milyon Osmanlı lirası devlet tahvilini savaşın son yılı olmasına rağmen iç piyasada satabilme başarısını da ekleyelim. Ki Osmanlı ilk kez iç piyasaya tahvil ihraç etmiştir. Burada, bu değirmenin suyu acaba nereden gelmiştir? Sorusunu sormadan geçemiyoruz. MGK, tapu arşivlerinin açılmasına boşuna yasak getirmemiştir.
ANADOLU FACİASI
“Vatanseverler hep vatan için
ölmekten söz eder,
asla vatan için
öldürmekten değil.”[10]
Yaşanan bir “Anadolu Faciası”dır…
İttihat Terakki’nin kararıyla Anadolu’nun kadim unsurlarından olan Ermenilerin yok edilmeleri, onlar kadar Anadolu topraklarda yaşayan diğer etnisitelerin yazgısını da kalıcı bir biçimde etkilemiş bir felakettir…
Savaşlardan perişan olmuş ve artık Ermeniler’inden, Rumlar’ından ve Süryaniler’inden yoksun Anadolu, beşeri, iktisadi, içtimai, siyasi ve kültürel çöküşe maruz, uzun yıllar bu yoksunluklarla cebelleşmek zorunda kalacak olan tükenmiş bir topraktır.
Bu anlamda Ermeni soykırımı ortak bir Anadolu faciasıdır ve bugün dahi köylerde anlatılırken dile getirilen, failler dahil tüm geride kalanları ilgilendiren topyekûn bir felakettir.
Konuya ilişkin bir veriyi nakletmek bile yeterlidir: 1928 yılında Genel Kurmay Başkanlığı’nın yayınladığı Yarbay Nihat tarafından hazırlanan, Birinci Cihan Harbinde kayıplar üzerine Fransızca’dan çeviri bir kitapta Genelkurmayın verdiği sayılara göre, sadece Birinci Cihan Harbi sırasında, ‘800. 000 Ermeni ve 200. 000 Rum katl ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür’ denmektedir. Toplam bir milyon insanın katl ve tehcir yüzünden öldüğü TC Genelkurmayı tarafından da kabul edilmektedir. Dönemin Dâhiliye Nazırı Cemal Bey tarafından basına verilen bilgiye göre; Aralık 1918’de, Dâhiliye Nazırı Mustafa Arif tarafından kurulan ve savaşta öldürülen Ermenilerin sayısını tespit etmeyi amaçlayan komisyon 14 Mart 1919’de yaptığı açıklamada “öldürülen Ermeni sayısının 800.000 dolayında olduğu sonucuna ulaştığını bildirmiştir.
Neticede yerli Hıristiyanlar bu coğrafyadan kazınmıştır. Gerçek şudur ki: Tüm imparatorlukta iki milyondan fazla nüfusa sahip Ermenilerden sürgün ve jenosit sonucunda sadece 150 bin kişi kalmıştır İmparatorlukta. Asurî, Süryani, Keldani, Pontus Rumları gibi diğer Hıristiyan halkların ve Êzidi Kürtlerle ilgili de sağlıklı bir veri bulmak güçtür. Şurası bir gerçektir ki sayının bir buçuk milyon değil de 300 bin olması, soykırımın niteliğini değiştirmez. Kaldı ki son dönemlerde resmi Türk politikasının rakamlar üzerinde yoğunlaştırdığı tartışmaya karşın, yine Osmanlı Hükümeti ve TC Genelkurmayının bu konudaki eski belgeleri bile sayının en azından 800 bin olduğunu kabul etmektedir.
Evet Anadolu’nun etnik yapısını sarsıp, temelli olarak “değiştiren” 1915 ile birlikte Anadolu’yla ve Anadolu’da yaşayan halklarla bütünleşmiş yüz binlerce Ermeni zorunlu göç, iç çatışmalar ve en önemlisi de savaş ortamında dört bir yana savrulup, topraklarından bir daha geri dönmemek üzere ayrılmak zorunda bırakıldılar ya da katledildiler.
“Bugün gelinen noktada Ermenistan’ın yüzde 98’i Ermeni, Yunanistan’ın yüzde 97’si Yunan ve Türkiye nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olmuş durumda. Ulus-devletler, 200 yıllık ortaklaşa bir çabanın sonunda çok kültürlü sosyal yapıyı elbirliğiyle yok etmeyi başardılar.”[11]
Bu “ulus-devlet”in cinnetidir!
Bu noktada “resmi tarih” deyip geçmeyin!
O da, Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin, Asurî-Süryanilerin, Pontus’luların bu topraklardan kan ve acıyla sürülüp çıkartılmalarını olumlayan bir cinnet hâlidir…
ONLAR, O İSİMLER…
“Bütün yapraklarım açarsa
Kork
Çünkü yalnızlığım ben
Çünkü yoksulluğum ben
Tepeden tırnağa.”[12]
Bu cinnet hâliyle katledilmiştir Onlar, kardeşimiz, yoldaşımız olan O isimler…
Görülmesi gerek: Onlar, Anadolu topraklarının yetiştirdiği değerlerdiler; sürüldüler ve katledildiler…
Hatırlayın: 24 Nisan 1915’te İstanbul’da, zamanın Osmanlı toplumunun, sanat, edebiyat, düşünce ve kültür dünyasının en parlak temsilcilerinin de aralarında bulunduğu 220 kişi tutuklandı, ilk önce Merkez Cezaevi olarak kullanılan Mehterhane’ye, ertesi gün Sarayburnu’na götürüldüler ve orada kendilerini bekleyen bir gemiye bindirildiler. Gemi onları Haydarpaşa tren istasyonuna götürdü. Oradan da Anadolu’nun içlerine doğru yola çıkarıldılar. Kendilerine, nereye götürüldüklerine ilişkin bir bilgi verilmedi. Geceyi Eskişehir’de geçirdikten sonra doğuya doğru yolculukları devam etti. Bir grup Ayaş’a, bir grup Çankırı’ya götürüldü. Ayaş’a götürülen 70 kişiden 58’i, Çankırı’ya gönderilen 150 kişiden 81’i öldürüldü.
Öldürülenler arasında, döneminin önde gelen entelektüelleri, eline kalemden başka silah almamış ve geriye bir mezar taşı bile bırakmadan yok olup giden şairler, yazarlar, gazeteciler, doktorlar, milletvekilleri vardı. Onların yalnızca Ermeni dili, kültürü, düşünce ve bilim dünyası için değil, o zamanın Osmanlı toplumu için de, bugün hepimizin dünyası içinde bir kayıptır.
İşte birkaçını isim:
Armen Doryan: Sorbonne mezunu. Şair. 23 yaşındaydı…
Yervant Çavuşyan: Üniversite hocası, yazar, gazeteci…
Rupen Zartaryan: Şair, yazar, öğretmen, çevirmen…
Diran Kelekyan: Mekteb-i Mülkiye’de siyasi tarih hocası, yazar, yayıncı ve çevirmen. Türkçe Sabah gazetesinin yazı işleri müdürü…
Yervant Sırmakeşhanlıyan (Yeruhan): Eğitimci, çevirmen, gazeteci…
Rupen Sevag Çilingiryan: Şair, hekim…
Nazaret Dağarvaryan: Sivas milletvekili, hekim, ziraat mühendisi…
Levon L.Kirişçiyan: Şair, çevirmen, yazar, üniversite hocası…
Taniyel Varujan: Eğitimci, büyük Ermeni şairi…
Siamanto (Atom Yercanyan): Ermeni edebiyatının en büyük şairlerinden…
Sadece hatırlatmakla yetineceğim; Onlardan biri olan gazeteci, yazar, hukukçu, milletvekiliydi Krikor Zohrab’ın (1861-1915), , farklı kimliklerin Osmanlılık temelinde biraradalığını savunduğunu, Ermenilerle Türklerin kardeşliği için mücadele ettiğini, kendini bu yüzden hem Ermeni, hem de Osmanlı olarak tanımladığını ve 31 Temmuz 1908’de, Taksim Belediye Bahçesi’nde, Meşrutiyet-i Osmaniye Kulübü adına 10 bin kişilik bir topluluğa Türkçe hitap ederken şunları dediğini nasıl unutursunuz:
“Ey hür Osmanlılar! Hür vatandaşlar!” Seslenişiyle başlayan konuşmasını şu sözlerle bitirdi:
“Dinimiz muhtelif, mezhebimiz birdir. Hepimiz hürriyet mezhepdaşlarıyız.”
Üç dönem milletvekili seçilen Zohrab, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının “sosyalist” olarak anılan, en aktif milletvekillerinden biriydi…
Hayır, hayır Onları unutmazsınız; Onlar sizin/bizim, tüm Anadolu’nun başkaldıran acılı tarihine aittirler…
Mesela… “Armen Garo” kod adlı Karekin Pastırmacıyan, 1896’nın sıcak bir gününde, 14 Ağustos’ta Galata’daki ünlü Osmanlı Bankası’nı ateşli silahlar ve bombalar taşıyan yoldaşlarıyla birlikte bastığında, bütün İstanbul hiç alışılmamış bir eylemle çalkalandı…
Bugünün Bankalar Caddesi, bomba ve silah sesleri birbirine girecek, bankayı ele geçirenlerle kuşatanlar arasındaki çatışma gün boyu sürecek, yüzlerce kayıp verilecekti. Eylemcilerin beklentisi, büyük Avrupa devletlerinin dikkatini Sultan Abdülhamit’in despotik rejiminin Anadolu Ermeni köylülerine yönelik zulmüne çekmekti… [13]
Mesela… 1915 Ermeni Tehciri’nin mimarlarından Talat Paşa’yı Berlin’de öldüren Soghomon Tehliryan…
O, 24 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Yakalandığında cebinde 12 bin mark bulunmuştu. Bir bastonun başında yol açtığı 20 santimlik derin yaradan dolayı kan kaybeden ve o gece ateşler içinde kıvranarak geçiren Tehliryan ertesi gün, cinayet masasından Müfettiş von Manteuffel tarafından bir tercüman aracılığıyla sorgulanmış ve sorgusunda “…Almanya’ya sadece Talat Paşa’yı öldürmek için geldim… Ailem Ermeni tehcirinde öldü. Ben tesadüf eseri ölümden döndüm. Daha o zaman Talat Paşayı öldürmeye ant içtim… Ermeni asıllı bazı vatandaşlar bana Talat Paşa’yı öldürmem için para verdi… Talat Paşa’nın öldüğünü duyan vatandaşlarım, rahat bir nefes alacak ve bu başarımdan ötürü benimle iftihar edeceklerdir. Bunu düşününce seviniyorum. Cinayeti sadece bu duyguyu tatmak için işledim” demişti.
Tehliryan 2 Haziran 1921 günü saat 9.30’da Charlottenburg Üçüncü Eyalet Mahkemesi’ne çıkarıldı. Yargıç, Tehliryan’a “Talat Paşa’yı öldürmek istediniz mi,” diye sorduğunda, Tehliryan’ın cevabı “Soruyu anlamıyorum. Öldürdüğümü söyledim ya!” olmuştu. Yargıcın “Pişman mısınız,” sorusunu ise sanık, “Hayır” diye yanıtlamıştı, “bir insan öldürdüm, ama katil değilim.”
Mahkemede anlattığına göre Soghomon Tehliryan 2 Nisan 1897’de İran’daki Pakariş’de doğmuştu. Dört yaşına geldiğinde, tüccar olan babası Erzincan’a göç etmişti. O zamanlar Erzincan 20 bin kadar Ermeni’yle 20-25 bin civarında Türk’ün yaşadığı bir şehirdi. Protestan olan Tehliryan ailesi Erzincan’da 14 yıl boyunca rahat bir hayat sürmüştü. Soghomon’un iki ağabeyi, evli ve bir çocuklu ablası, biri 15, diğeri 16 yaşında iki kız kardeşi vardı. Birinci Dünya Savaşı başladığında ortanca ağabeyi askere alınmış, 1915’te Sogomon 18 yaşındayken, Tehliryan Ailesi Erzincan’daki ve ülkenin diğer bölgelerindeki Ermenilerle birlikte Der Zor’a doğru ölüm yolculuğuna başlamıştı. Kafile şehirden henüz ayrılmıştı ki, jandarma ve ahaliden oluşan gruplar konvoyu soymaya başlamış, ardından da jandarma konvoya ateş açmıştı. Kız kardeşlerinden biri jandarmalar tarafından çalılıklara götürülmüş, orada tecavüze uğramıştı. Başına bir darbe yiyen Soghomon iki gün sonra kendine geldiğinde ağabeyinin ölüsünü üzerinde bulmuştu. Başı baltayla parçalanmış olan ağabeyinin bütün kanı üzerine akmıştı. Yol cesetlerle doluydu. Cesetlerin arasında annesi de vardı. Kafilenin ön taraflarında yürüyen babasının ve ağabeyinin, kucağında bebeği ile yürüyen ablasının akıbetlerini ise o günden beri bilmiyordu.
Sonrası uzun hikâyeydi. Yaşlı bir Kürt kadını onu saklamıştı. Yaraları iyileştikten sonra, Kürt giysilerine bürünmüş ve İran’a doğru yola çıkmıştı. Dersim’de iki ay saklanmış, Harput katliamından kurtulan iki Ermeni’yle birlikte gündüzleri saklanıp geceleri yol alarak, ot ve bitki kökleriyle karınlarını doyurarak sürekli doğuya yürümüşlerdi. Arkadaşlarından biri ot zehirlenmesinden ölmüş, kalan iki arkadaş iki ay yürüdükten sonra Rus askerlerine sığınmışlardı.
Önce İran’da Salmast’a, sonra Gürcistan’da Tiflis’e geçmişlerdi. Tiflis’te uzun süre hasta yatan Soghomon bir yıl sonra Rus ordularının Erzincan’ı işgal etmesi üzerine cesaretlenip Erzincan’a gelmiş, harabe hâlindeki evlerini bulmuş, ailesinin eve sakladığı 4.800 altını alıp Tiflis’e geri dönmüştü. 1919 Şubat’ında İstanbul, Selanik, Sırbistan, tekrar Selanik, Paris, Cenevre yoluyla 1920 başında Berlin’e varacak olan Soghomon Tehliryan bu seyahatleri sırasında sık sık sara nöbetleri geçirmişti. İddiasına göre ilk nöbet Erzincan’daki yıkılmış evlerini gördüğünde gelmişti…[14]
Mesela… Fransa’ya Adıyaman’dan köyü yakıldığı, annesi, babası kardeşleri tüm akrabaları öldürüldüğü için, zorunlu göçer olmuştu komünist Misak Manuşyan…
1916 yılında uygulanan katliam sırasında, belki de henüz 7 yaşında küçük bir çocuk olduğu için öldürülmekten canını zor kurtarmış Misak Manuşyan.
Ve bu olaydan yıllar sonra o bu kez gençken yeniden bir işgali yaşamış ve bu sefer gene babasının aynen yaşadığı gibi daha 34 yaşında iken, bir komünist direnişçi olarak, Fransa’da Alman faşist işgali sırasında farklı uluslardan yoldaşlarıyla birlikte direndiği için idama mahkûm edilerek ve yan yana taranarak topluca katledilmiş.
“Eminim ki Fransız halkı ve özgürlük için savaşanlar bizim hatıramızı insanlık onuruyla taçlandırmayı bilecekler,” derdi O..
Fransız Komünist Partisi üyesi olmasıyla beraber, Alman faşistlerine karşı Fransız Komünist Partisinin önderliğinde önce kendi yarattığı Ermeni topluluğu direniş grubuyla, daha sonra ise doğrudan Komintern’e bağlı, seçkin profesyonellerden oluşturulan bir partizan grubunun liderini, Misak Manuşyan (Missak (Michel) Manouchian)
Misakın son mektubu şair Louis Aragon’u Manuşyan’ın direniş grubu hakkında şiir yazmaya esinlendirmiştir.
Bu Kızıl Afiş şiiri de bilahare Leo Ferre tarafından müziğe aktarılmıştır.
Paris’ deki bir caddeye “Manouchan ve onun direnen partizan grubu adı verilmiştir.
Onun çizdiği anti-faşist komünist direniş destanının öyküsü, Adıyaman’da Osmanlı ordularına karşı direnen Ermeni babasının küçüklüğünde katledilmesiyle başlıyor aslında.
21 Şubat 1944 ‘de Misak’ı götürüldüğü Fresnes hapishanesinde bu amaç için işbirlikçi basından bir grup da Fransız fotoğrafçı beklemektedir.
Duruşmalarda olduğu gibi işkence izleri gizlenebilsin diye hepsine kalın boğazlı kazaklar giydirilerek.
Ivry’de Manuşyan ve diğer partizanlar o gün makineli tüfeklerle taranarak öldürülürler…
Hayır, hayır Onları unutmazsınız; Onlar sizin/bizim, tüm Anadolu’nun başkaldıran acılı tarihine aittirler…
“SOYKIRIM”
“En koyu cehalet,
hakkında hiçbirşey bilmediğin
birşeyi reddetmektir.” [15]
Öncelikle şunun altını çizmek gerek: “… ‘Soykırımın tanınması’ talebini ‘negatif’ ve ‘kötü’ olarak gören bir mantıkla; tarihimiz üzerine açık konuşmayı ‘kötü’ ve ‘yanlış’ gören bir mantık arasında fazla bir fark yoktur; ‘soykırımın tanınması’ talebinin ileri sürenlere gösterilen öfke ile, tarihimizle yüzleşmemiz gerektiğini söyleyenlere duyulan öfke arasındaki sınır son derece incedir.”[16]
Bu “kıldan ince, kılıçtan keskin” ayrımı asla unutmamak durumundayız.
Tıpkı, 1915 öncesindeki sistemli katliamlar ve sonrasındaki destekleyici eylemlerle birlikte XX. yüzyılın karşılaştığı en kapsamlı soykırım hareketlerinden biri olan Osmanlı Devleti’nin (İttihat ve Terakki ile) 1915 yılında aldığı tehcir kararı ve uygulamalarıyla desteklenen planlı bir etnik yok etme işleminin söz konusu olduğu gibi.
Evet, tam da bunun için Tessa Hofmann, “Ermeni sorunu bugün soykırımla eş anlamlıdır. Soykırım kelimesini kullanmamak, kullanmak istememek durumlarında, Ermeni sorunu ya da benzeri kavramlardan söz edilmektedir,” der.
Bir ek daha: “Soykırım sözcüğü artık zaman ve mekân ötesi kabul gören bir kavram”dır![17]
Özetle soykırım, ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle: i) grup üyelerinin öldürülmesi; ii) grup üyelerinin fizik ya da akıl bütünlüğünün ağır biçimde zedelenmesi; iii) grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması; iv) grup içinde doğumları engelleyecek önlemler alınması; v) bir grup çocukların başka bir gruba zorla geçirilmesi eylemlerinden herhangi birine başvurulmasını kapsamı içine alır.
Soykırımda planlı, devlet politikası hâline gelmiş eylemler söz konusudur.
Sayılan eylem türünden sadece bir tanesini bile işlemek, suçun maddi unsurunun yerine gelmesi olarak kabul edilmektedir.
Tam da bu kapsamda “Aynı topraklar üzerinde yaşadığım insanlarla konuşabilmeyi istediğim için, 1915 trajedisini ‘soykırım’ değil, ‘büyük felaket’, ‘felaket’, ‘1915 felaketi’ tabirleriyle andım bugüne dek,” diyen Rober Koptaş ekliyor: “Ermeniler 1915’te yaşananları tanımlamak için sadece Medz Yeğern (Büyük Felaket) ya da Tseğasbanutyun (Soykırım) sözcüklerini kullanmadılar bugüne dek. Yaşananlara dair, zamana ve yere göre değişen, bazılarının öne çıkıp bazılarının geriye gittiği oldukça zengin bir terminoloji mevcut: Abrilyan Yeğern (Nisan Felaketi), Medz Voğperkutyun (Büyük Trajedi), Sev Vocir (Kara Suç), Medz Voğçagez (Büyük Facia), Medz Ağed (Büyük Felaket), Hayasbanutyun (Ermenikırımı), Medz Nahadagutyun (Büyük Şehadet), Medz Nakhcir ve Medz Isbant (Büyük Katliam), Medz Potorig (Büyük Fırtına)… Konunun hiçbir zaman özgürce konuşulmadığı Türkiye’de yaşayan Ermenilerse daha içine kapanık isimlerle andılar o kara günleri: Çart (kırım, kesim), değahanutyun (tehcir), aksor (sürgün), seferberlik, kaf(i)le, vs… Özür kampanyasının metninde kullanılan ‘Medz Yeğern’ tabirinin ise tek bir karşılığa sahip olmadığını, ‘Büyük Felaket’in yanı sıra, ‘Büyük Suç’ olarak da çevrilebileceğini[18]hatırlamak gerek.”[19]
VE MİLLİYETÇİLİK!
“Vicdanı tertemizdi, çünkü
onu hiç kullanmamıştı.”[20]
XIX. yüzyıl, yüzlerce yıldır baskı altında ezilen halkların özgürlük özlemlerinin doruğa çıktığı kesittir. Evrensel anlamda, Fransız Devriminin mirası milliyetçi ideoloji doğrultusunda çokuluslu devletlerden ulus-devletlere geçiş çağıdır bu. Bunun uzantısı olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun her yerinde pıtrak gibi ulus-devletler uç vermeye başlamıştı. Emperyal Osmanlı’ya karşı başka emperyal dürtülerle hareket eden Batılı güçler de kendi menfaatleri gereği hami rolüne bürünmüşlerdi.
Osmanlı’nın zulüm ve baskıları Balkanlar’daki halkların yanı sıra Lübnanlılar, Suriyeliler, Yemenliler, Mısırlılar, Suudiler ve Ürdünlüler gibi pek çok Arap ulusu da ayağa kalkmıştı. Osmanlı-Balkan halklarının bağımsızlıklarını ilan etmeleri, dolayısıyla imparatorluğun küçülmesi başta İttihatçılar olmak üzere herkesi hırslandırmıştı. Böylelikle Anadolu’nun İslâmi tahkimatını gerçekleştirme çerçevesinde başta Ermeniler ve Süryaniler olmak üzere Hıristiyanların tasfiyesi planlanmaya başlamış; sorunu şiddet içeren ve radikal araçlarla çözmek isteyen militan bir milliyetçilik ortaya çıkmıştı.
Bu duygu, İttihat’ın yarı resmi yayın organı Tanin’de, Hüseyin Cahit’in 25 Ekim 1908 günlü başmakaledeki “Türk milleti, milletî hâkimedir ve hep böyle kalacaktır” beyanında ete-kemiğe bürünmüştür. Belki başlarda, iktidardaki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir soykırım programı yoktu. İmparatorluğun dağılma ve çöküş sürecinin sarsıcılığı ve kayıplar İttihat’ın her şeyi göze almasına yol açmıştı.
O nedenle, önemli aktörlerinden oldukları Birinci Dünya Savaşı İttihat’a bu darboğazdan kurtuluş için bir çıkış olarak görünmüştü. Emperyalist Almanya’yla yapılacak ittifak sayesinde kötü gidişe bir dur denecekti. Bu strateji esasen Abdülhamit’in çizgisinin devamıydı ve Ermenilerin kaderi açısından da benzer sonuca sahipti…
Sonrası da, egemen ulus milliyetçiliği ekseninde yukarıda belirttiğimiz üzere, herkesin malumu…
Yeri geldi belirtelim: Egemen ulus milliyetçiliğinin “hangi”si veya “iyisi”/ “kötüsü” olmaz; milliyetçilik, bir yanında İttihat ve Terakki’nin, öteki yanında da Kemalizm’in durduğu tarihi bir olgudur!
Şundan kimsenin kuşkusu olmadığı kanısındayım: “Türkiye’de ulus-devlet yaratma süreci XX. yüzyılın başlarından başlayarak, Anadolu’nun çeşitliliğini yadsıyarak ulusu homojenleştirme çabalarıyla birlikte yürütülmüştür. Bu süreci niteleyen unsur, Fransız Devrimi sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde kalan toprakları kaybetme korkusundan kaynaklanan, yabancı/öteki karşısındaki korku ve endişedir.
Diğer birçok ulus-devlet yaratma örneğinde olduğu gibi, modern Türkiye tarihi de bir homojenleştirme tarihidir. Bundan ötürü, Türkiye’de bir fenomen olarak çokkültürlülük siyasi elitler tarafından şimdiye kadar reddedilmiştir.”[21]
Trabzon bunun anlamlı bir örneğiyken; son günlerde kamuoyu gündeminde, kendi ırkını başka ırklardan üstün sayan açıklamaları daha sık görmeye başladık.
Eskişehir’de bir dernek üyelerinin medyaya yansıyan ırkçı çıkışları hepimizi hayrete düşürdü. Görüntülere bakıldığında aynen bir tiyatro sahnesi gibi derslerine iyi çalıştıklarını, Irkçılık sözleriyle yetinmeyip ellerine köpek alıp, ikinci bir mesaj verildi. Her ne sebepleyse araya Ermenileri de katıp ‘Bu kapıdan Yahudiler ve Ermeniler giremez, köpeklere giriş serbesttir’ yazılı dövizlerle bir basın açıklaması yapıldı.
Kendilerini bu ülkenin efendileri olarak görüp, bu açıklamayı çok rahat bir şekilde 70 milyon insana ırkçılık mesajı verecek şekilde meşrulaştırmaya ve kalıcılaştırmaya çalıştılar. Artık kim daha çok ırkçılık yaparsa, o daha çok bu ülkenin sahibidir anlayışı geliştirilmekte. Kimileri bunu fırsat bilip, ırkçılığın havasını yaygınlaştırıyor.
Eski Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt (1924) ‘Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır, Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı! Dost ve düşman ve hatta dağlar bu hakikâti böyle bilsinler.’ der.
Bu örnek ırkçı söylemlerin çok uzun zamandır beslendiğini gösteriyor. Toplumumuzda kimin Türk, kimin Türk olmadığı ölçülmeye başlandı. Sosyal demokrat olan bir partinin ırkçı milletvekillerinin olduğu bir ülke durumuna geldik. Bu ırkçı gerilimler toplumda kırılma ve şiddet doğurmakta, kamplaşmalar ve yabancılaştırmalar yaratmaktadır. Türkiye’de bir soy yarışı başlatanlardan biri olan Yusuf Halaçoğlu bir konuşmasında ‘kimlerin Kürt, Alevi, Ermeni kökenli olduğunu biliyoruz’ dedi. Bu açılmalar paranoyak teorilerinden öte değildir.
Irkçılık zaman zaman gündemimize girerek ciddi bir sorun oluşturmakta. Bu sorun göz ardı edildiğinde bizim bile tahmin edemeyeceğimiz boyutlara varabilir. Dolayısıyla bunun önünü almadığımız taktirde, bu ateş hepimizi yakar. Trabzon’da ve Balıkesir’in Ayvalık ilçesine bağlı Altınova beldesinde yaşanan olaylar bunların açık bir örneğidir.
‘Kurtlar Vadisi’nin dizi oyuncusu Atilla Olgaç’ın katıldığı bir programda 1974’teki Kıbrıs müdahalesi sırasında biri esir on Rum’u öldürdüm demesi; anlattıklarıyla, öldürmeyi meşrulaştırmanın son derece berrak bir örneğidir.
Popüler kültürün bir ürünü olan Susurluk dizisi yani Kurtlar Vadisi çok tartışmalardan sonra tekrar izlenimde. Bu dizi hakkında birçok yazılar yazıldı. Bir üniversite öğrencisi tezinde Kurtlar Vadisi’nin 55 bölümünü inceleyerek şu sonuçları çıkarmış. İncelenen 55 bölümdeki örtülü şiddetin görsel ve sözel kullanımında 296 bağırma, 145 küfür ve hakaret, 131 dolaylı küfür, 174 tehdit, 149 dolaylı tehdit, 161 baskı, 119 dolaylı baskı, 111 dışlama, 127 ilgisizlik, 124 aşağılama, 122 alay, 149 ima ve 113 yerme var.
Açık şiddet yöntemlerinin dağılımı da şöyle: Silah kullanma 145, silah gösterme 226, çatışma 111, öldürme 411, yaralama 152, saldırı 137, dayak 147, tokat 155, kavga 175, işkence 110, tecavüz 3, taciz 191, bombalama 3, adam kaçırma 4.
Milliyetçiliğin simgeleri de görsel ve sözel olarak kullanılıyor. 55 bölümde vatan kelimesi 128, millet 142, bayrak 240, kan 13, feda olmak, canını vermek, uğrunda ölmek 144, ülke 164, onur, gurur 123, asker, ordu 255, harita 313, din 299, onlar (dazlak, Yahudi, Amerikalı, Kürt vs.) 513, hilal 117 kez geçiyor.
Irkçılık ‘barbarlık’ ve başkalarının kendisinden farklılıklarını kabul ederek ‘birlikte yaşamaya’ saygı duymamak ve bunu reddetmek demektir.
Türkiye, son yıllarda giderek yükselen bir milliyetçi ve ırkçı dalganın içine çekiliyor. Irkçılık, giderek sıradanlaşarak ve kurumsal yapılar tarafından meşrulaştırılarak yaşantımızın her alanına sokuluyor.
Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in basına yansıyan ‘DTP Ermenistan sınırına dayandı’ sözleriyle ilgili tartışmalar devam ediyor.
Türkiye de şiddet ve ırkçılık sosyal bir yara hâline gelmiş kanamaya devam ediyor.[22]
“Resmi Maruzatlar”ı bir kenara bırakıp, yüzümüzü azınlıklara reva görülen gerçeğe dönersek, neyin ne olduğu görür ve anlarız.
SOMUT -GÜNCEL- BİR ÖRNEK!
“Türkiye’den daha sadık
bir NATO müttefiki yok.”[23]
Ermeniler’in yaşadıkları “yabancımız” değildir…
Toplu olarak gözaltına alınmalar…
Yargısız infazlar…
Gladio benzeri örgütlerin tedhişi, vahşi katliamları…
Kayıplar ve cezasızlık …
Bu yöntemleri 1938 Dersim’in de, 6-7 Eylül de, Maraş da ve 1990’lı yılların sonrası kirli savaşında yaşadık/ yaşatıldık…
Tarihle yüzleşmediğimiz için bunlar, Türkiye toplumunun “kaderi”, kâbusu oldu!
İşte bunun, bugündeki somut örneği: 38 köy yakma, 14 tecavüz 562 işkence, 236 öldürme…. İşte genelkurmay’ın savunduğu (Cinayet + İşkence + Tecavüz =) koruculuk verileri bunlar; XXI. yüzyılın Türkiye’sinde …
Evet İHD, 1992-2009 yılları arasında korucuların karıştığı hak ihlâlleri raporunu açıkladı. İHD, korucuların, 38 köy yakma, 14 köy boşaltma, 14 taciz ve tecavüz, 22 adam kaçırma, 294 silahlı saldırı, 236 kişinin öldürülmesi, 263 kişinin yaralanması, 50 infaz, 70 gasp olayı, 562 işkence ve kötü muamele olayına karıştığını tespit etti…
Ayrıca 1992 ile 2009 arasında resmi kayıtlara geçen ve korucular tarafından gerçekleştirilen genel insan hakları ihlâlleri bilançosunun yıllara göre dağılımı ise şöyle ise şöyle:
BİR DÖKÜM[24]
1992 – 2002
Köy yakma 38, Köy boşaltma 14, Taciz ve tecavüz 12, Kaçırma 22, Silahlı saldırı 294, Köy korucuları tarafından yaralanan 176, Köy korucuları tarafından öldürülen 132, Kayıp olayı 2, İnfaz 50, Gasp 70, Köy korucuları tarafından yapılan işkence ve kötü muamele 454, Köy korucuları tarafından gözaltına alınanlar 59, İntihara sebebiyet verme 9, Ormanlık alan yakma 17.
2003
Öldürülen-Yaralanan: 12 ölü-17 yaralı. İşkence ve kötü muamele: 30 kişi.
2004
Öldürülen-Yaralanan: 12 ölü – 21 yaralı. İşkence ve kötü muamele: 17 kişi.
2005
Öldürülen-Yaralanan: 3 yaralı. İşkence ve kötü muamele: 21 kişi.
2006
Öldürülen-Yaralanan: 3 ölü – 9 yaralı. İşkence ve kötü muamele: 11 kişi.
2007
Öldürülen-Yaralanan: 6 ölü – 4 yaralı. İşkence ve kötü muamele: 14 kişi.
2008
Öldürülen-Yaralanan: 18 ölü – 23 yaralı, İşkence ve kötü muamele: 14 kişi.
Ocak – Mart 2009
Öldürülen-Yaralanan: 6 yaralı. İşkence ve kötü muamele: 1 kişi.
Mayıs 2009
Öldürme- Yaralama: 44 ölü.
“ÇÖZÜM”ÜMÜZ
“Mürettip Refik’le Sütçü Yorgi’nin
Ortanca kızı çıkmışlar akşam piyasasına
Parmakları birbirine dolanmış
Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış
Affetmedi bu Ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini
Fakat seviyor seni çünkü sen de
Affetmedin
Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına.”[25]
Hugh Pope’un, “Türkiye-Ermenistan ilişkileri yol haritasının öncesinde akademik bilgi alışverişi, Gül’ün Erivan ziyareti ve Özür Diliyorum kampanyasıyla yakınlaştı. Bu yakınlaşma sınırın açılması ve Türklerle Ermenilerin geçmişin hayaletlerinin esiri olduğu sürecin aşılması için son 10 yıldaki en büyük şans,”[26] dediği “yeni diyalog” kesitinde “ABD’nin, Obama’nın yol açıcılığı fikri” üzerine fazla bir şey inşa edilmesi yanlısı değilim…
Problem bizim ve bunu biz çözmezsek, hiç kimse çözmez/ çözemez…
Bu noktada, “… ‘Özür diliyorum’ kampanyası uzlaşmaya meclislerin alacağı kararlardan daha fazla katkı sağlar,”[27] diyen Pierre Weill sonuna değin haklı…
Evet, tıpkı Erivan Ulusal ve Uluslararası Ermeni Araştırmaları Merkezi’nin direktörü Richard Giragosyan’ın işaret ettiği gibi, “Türkiye’de Kürt meselesinden Ermeni soykırımına uzanan birçok konuyla ilgili tabuları yıkmak yönünde dikkat çekici bir çaba var. Obama’nın ‘soykırım’ deyip demediğine odaklanmak yerine artık ileriye bakmalıyız.”[28]
Siyonist İsrail’den emperyalist ABD’ye “Ermeni Sorunu”, sadece bir politik şantaj aracı olarak kullanılmaktadır; çok “umut(lar)” bağlanılan Obama da bunun kanıtıdır!
Ya da bizlere; La Rochefoucauld’un, “Çıkar dedikleri, her dili konuşur, her kılığa girer, hatta çıkarlara karşı kayıtsız biri gibi görünmesini de bilir”; Mevlana’nın, “Eğer yarasa güneşten beslenmeye başlarsa, belli ki artık o güneş, güneş değildir. Eğer yarasa güneşten nefret ederse, belli ki güneş, parlayan güneş gerçektir,” sözlerini anımsatır…
Böylesine gerçekler ışığında Erkan Goloğlu gibi düşünüyorum ben de; “Obama’nın ağzından çıkan ‘Büyük Felaket’in Dışişleri koridorlarındaki yankıları benim işim değil”![29]
“Çözüm”ümüz; Türkiye’nin en yaşlı sosyalistlerinden Sarkis Çerkezyan’ın (Sarkis amcanın) ‘Dünya Hepimize Yeter’indeki[30] anılara karşın yitirmediği kardeşlik mantığı; Ahbarik Hrant’ın yaşamı pahasına bizlere öğrettikleri ve Nâzım Hikmet’in dizelerinden geçmektedir…
14 Mayıs 2009 09:34:04, Ankara.
N O T L A R
[1] 16 Mayıs 2009 tarihinde Münih Barış Meclisi’nin (Almanya) düzenlediği “Anadolu Halklarının Kültür Mozaiği” başlıklı toplantıda yapılan konuşma… Sosyalist Mezopotamya, No:26, Kasım 2009…
[2] Ece Ayhan.
[3] Ayfer Tunç, Varlık, No:2009/05-1220, Mayıs 2009, s.35.
[4] Özdem Sanberk (Emekli Büyükelçi), “Çözüm Etnik Kimlik İnşasında Değil”, Radikal, 24 Nisan 2009, s.19.
[5] Ragıp Zarakolu, “1915 Acısı İlk Kez Anıldı”, Evrensel, 25 Nisan 2009, s.11.
[6] Rober Koptaş, “24 Nisan Nedir?”, Evrensel, 25 Nisan 2009, s.11.
[7] Victor Hugo.
[8] Van’ın Gevaş ilçesi Aydınocak Köyü’nde okul inşaatından kemikler çıktı. Köylüler, “Mezarların taşlarının çoğu tahrip edilmiş. Kimileri de bu taşları evlerinin duvarlarında kullanmışlar. Şimdi bu bölgede okul için kazı yapılıyor. Daha derine inilirse daha çok kafatası ve kemik çıkar. Buranın bir Ermeni mezarlığı olduğunu biliyoruz. Biz üzülüyoruz. Kim olursa olsun mezhebi, dini ne olursa olsun burası tarihtir. Her kepçede kemik çıkıyor. Mezarlık üzerine okul yaptırılması saygısızlıktır… Burası eski Ermeni mezarlığı. Okul olmaz,’ diye itiraz etti. İnşaat durduruldu… 200 yıldan beri bu köyde yaşadıklarını anlatan köylülere göre ise inşaat yapılan arazinin Ermeni mezarlığı olduğunu herkes biliyor (Osman Bekleyen, “Ermeni Mezarına Okul Olmaz!”, Radikal, 22 Nisan 2009, s.11.)
[9] Robert Fisk, “24 Nisan Obama İçin Büyük İkilem”, The Independent, 6 Nisan 2009.
[10] B. Russel.
[11] Behlül Özkan, “24 Nisan Geride Kalırken”, Radikal İki, 26 Nisan 2009, s.6.
[12] Oktay Rıfat.
[13] Osmanlı Bankası/ Armen Garo’nun Anıları, çev: Attila Tuygan, Belge Yay., 2009.
[14] Ayşe Hür, “Ermenilerin Nuremberg’i”, Taraf, 15 Mart 2009, s.12.
[15] Brown.
[16] Taner Akçam, “Ermenistan, Diaspora ve Tarihle Yüzleşmek”, 16 Kasım 2008, http://www.taraf.com.tr/haber/21653.htm
[17] Cengiz Aktar, “Soykırım Ötesi Büyük Felaket”, Radikal İki, 26 Nisan 2009, s.6.
[18] Kaynak: Khatchig Mouradian, “Explaining the Unexplainable: The Terminology Employed by the Armenian Media when Referring to 1915”, The Armenian Weekly, 23 Eylül 2006.
[19] Rober Koptaş, “… ‘Büyük Felaket’ Dogmaya Dönüşmesin”, Radikal İki, 3 Mayıs 2009, s.3.
[20] S. Lec.
[21] Ayhan Kaya, “Çokkültürlülükten Çokkültürcülüğe?”, Evrensel, 14 Nisan 2009, s.2.
[22] Burhan Işıkırık, “Mesele Irkçılıksa, Gerisi Teferruattır”, Günlük, 9 Nisan 2009, s.11.
[23] Richard Perle.
[24] “17 Yıllık Korucu Bilançosu”, Günlük, 9 Mayıs 2009, s.1-6.
[25] Nâzım Hikmet, “Akşam Gezintisi”.
[26] Hugh Pope, “Ankara ve Erivan Doğru Yolda”, The Wall Street Journal, 27 Nisan 2009.
[27] Pierre Weill, “Bir Özür Bin Karardan Değerli”, Libération, 23 Nisan 2009.
[28] Richard Giragosyan, “Türkiye Tabu Yıkarken Obama’nın Ne Dediğinin Önemi Yok”, The Washington Post, 24 Nisan 2009.
[29] Erkan Goloğlu, “Büyük Felaket ve Düş İşleri”, Radikal, 2 Mayıs 2009, s.2.
[30] Ermenilerin 1915 sürgününde, 1916 yılında bir deve ahırında doğmuştu Sarkis amca, “Benden önce bir kardeşim dünyaya gelmiş, sürgün yolunda sabaha karşı. Jandarmalar gelmiş, çadırı sökün demişler. Bunun üzerine, babam dışarı çıkmış, jandarmalara durumu anlatıp, ‘Asker ağa sabaha karşı bir çocuğumuz dünyaya geldi, annesi de yeni kendine geldi, müsaade edin de hiç değilse iki saat dinlensin’ diye ricada bulunmuş. ‘Ulan sizin kökünüzü kazıyacağız, siz hâlâ çocuk mu yapıyorsunuz’ diye kırbaç sallamışlar babama cevap olarak. ‘Kalk kalk çare yok gideceğiz’ demiş babam anneme. O çocuk o koşullara yaşayamamış, ölmüş tabii… Bizimkiler Halep civarında Meskene’de kalmışlar üç-dört yıl boyunca, çekmedikleri de kalmamış. Ben Meskene yakınlarındaki Cabul Köyü’nde bir deve ahırında doğmuşum, 15 Mayıs 1916’da.” (Sarkis Çerkezyan, Dünya Hepimize Yeter, Belge Yay.)

Yorum bırakın